|
Meydanlar…

Nihâyet Beyazıt Meydanındaki düzenlemeler bitti. Doğrusu buna sevindiğimi söyleyebilirim. Yapılan açıklamalara göre, Turgut Cansever’in projesine sâdık kalınmış. Bilemiyorum, ehline soracağım. Yolum düştü. Zamânım vardı; iklim de müsâitti. Meydanda bir kaç saat geçirdim. İşin fizikî kısmı halledilmiş görünüyor. Emeği geçenlere şükrân duymak gerekir. Ama mesele gâliba bununla sınırlı değil.

İlk büyük şaşkınlığım meydanın açılış merâsimiyle alâkalıydı. İnternete yüklemişler. Oradan tâkip ettim. Güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Meydana bir çadır kurmuşlar. Evvelâ Sayın Belediye Reisi, onu tâkiben de CHP’nin bâzı ileri gelenleri konuşmalar yaptılar. Komedi bu konuşmaların ardından başladı. Çadırın içinde, herhâlde temsilî olarak “kurdela” kestiler. Herhâlde târihte ilk defâ kurdela kesilerek bir meydan açılmış oldu. Bir meydan, bir çadır ve kurdela kesimi. Doğrusu, aralarında herhangi bir tefrikat yapmıyorum, belediye reislerinin pek çoğunun “görgüsüzlük”, “usulsüzlük” sicilleri hayli kabarık. Bunların bâzılarını taşralılığa yorabiliriz. Ama mevzubahis İstanbul olunca durum değişiyor. Beyazıt Meydanı’nın “açılışı” da bunun en sakil misâllerinden birisi olarak târihe geçecek.

Meydanlar modern kentlerin hem en vazgeçilmez hem de en netâmeli mekânlarıdır.
Kadim dünyâlarda meydanlar siyâsal iktidarların haşmetlerini sergiledikleri sâhalardı. İktidarlar buralara prestij değeri yüksek yatırımlar yapardı. Romalı geçmişi itibârıyla İstanbul’da da bu tarz meydanlar mevcuttu.
Beyazıt
Meydanı
da bunlardan birisiydi. Bu mekân büyük ölçüde
Theodossius
Meydanı
ile örtüşür. Ama dikkat çekici olan husus, Osmanlı’nın bu tarz mekânlara pek de iltifat etmemiş olmasıdır.
Aristo
, daha antikitede özel ve kamusal alanları mantıkî bir kesinlikle birbirinden ayırıyordu. Ona göre “
idion
”, özel alandı, “
koinon
” ise kamusal alan. İkincisi yine kesinlikle siyâsete açılıyordu. Osmanlı ise bu kesinlemelerin çok dışında kuruyordu şehirleri.
Siyâset
Yolu
olarak da bilinen
Divan
Yolu
, Roma’daki
Messe
’nin işlevini devâm ettiriyordu. Bunun hâricinde kamusal-özel ayırımını derinden hissetirecek bir şey yoktu. Mahremiyet ile aleniyet arasında kesin bir ayırım hissedilmiyordu. Bunun yerine,
“mahremiyet” ile “aleniyet” arasındaki zarif geçişler
mevcuttu. Bunlar birinin içindeydi. Meselâ “
haremlik-selâmlık
”, aynı mekânda mahrem ve alenî olanı biraraya getiriyordu.
Modern kentlerin gelişiminde akılcı standartlar baskın hâle geldi.
Ekonominin kamusallaşması
bunun itici motoruydu. Kapitalist üretim ve tüketim tarzına göre mekânlar elden geçirildi. Yeni mekânlar oluşturuldu. Modern kentte meydan sâdece siyâsal değil, ekonomik bir kategoridir. Bir bakıma
Rostra ile Agora’nın bitişmesidir
bu. Siyâset, bilhassa mutlak monarşilerin asrı olan Barok, Rokoko zamanlarda meydanlara mührünü vurmaya devâm etti. Zaman içinde meydanlar muhalefete de açıldı. Ama bunun yanısıra piyasalar burada oluştu, ticâret burada dönmeye başladı; malların tüketimi de burada gerçekleşti. Wener Sombart’ın
consumptionstadt
dediği bir mekândır modern kent. Kentlerin bilhassa bu niteliği çok mühimdir. Elbette bu yeni mekânların kendine has şenlikleri ve bir câzibesi, baştan çıkarıcılığı vardır. Eski şehirlerde(polis) tüketim hayâtı meydanların daha çok çeperlerinde iken, bu defâ bizzat içine yerleşmiş durumdadır. Meşhur Alman atasözünde olduğu gibi modern kentleri bir
liberten hava
kuşatır (Stadtluft macht frei). Ama meydanları sâdece tüketim ile eşlendirmek doğru değil. Bırakılırsa olacağı budur. Ama meydanları, tüketimde daha az, daha mütevâzı karşılığı olan
kültürel bir donanıma
kavuşturmak da mümkündür.
Bizde meydanlar, bilhassa Cumhûriyet devrinde görüldüğü üzere siyâsal-resmî bir çerçevede sonradan inşâ edildi. Biz Türkler tüketim kültürüne 1980’lerden sonra dâhil olduk. Ama bu gelişimler meydansızlığa çarptı. Tüketim ya nevzuhur mekânlara veyâ sokaklara tıkış tepiş yerleşti. Elde çok az meydan veyâ meydanımsı mekânlar vardı. Bunlar da doğrusu kıymete bindi. Taksim ve Beyazıt Meydanları bu nâdir kıymetlerdendi. Taksim evvelâ ağır bir biçimde muhalefetin kendisini sergilediği bir mekâna dönüştü. Gezi sonrasında ise devletin aldığı tedbirlerle siyâsetten arındırıldı. Şu aralar büyük bir boşluğa, ruhsuzluğa gömüldü. Fizikî olarak meydanı canlandırmak yolunda sayısız proje mevcut. Ama siyâsal kavgalar içinde durum kilitlenmiş görünüyor. Hoş bu projelerin içinin ne kadar dolu olduğundan da emin değilim. Meselenin bu
mekânları tanzim etmekten maada
, içinin nasıl doldurulacağı olsa gerekir. Beyazıt Meydanı’nda gördüğüm de buydu. Oldubitti gibi bir hava var. Hâlbuki bir zamanlar edebiyatçıları, üniversite mensuplarını, talebeleri buluşturan Küllük ve Çınaraltı kahveleri, küçük parça antika eşya ve tespih vb objeleri satan esnaflar vardı. Kahveler kapandı. Esnaf ise zâbıtanın hışmına uğrayarak dağıtıldı. Baktım, eski yerinden uzakta bir köşeye derme çatma bir Çınaraltı kahvesi açılmış. Bir de meydana ruhunu veren simâlardan başlıcası olan şâir Hüseyin Avni Dede’ye jest olarak bir ağaca ismi verilmiş. Buna sevindim. Artık zâbıtadan korkması için bir sebep kalmamış. Ama bunlar yetmez. Meydanı bir cazibe merkezi kılmak ve ona bir ruh kazandırmak adına daha yapılacak çok iş var. Bu da ne
siyâsal
show
business
, ne de
ekonomik
çıkarçılık işi; bir
bilgi, görgü ve zevk işi…
#Turgut Cansever
#Beyazıt Meydanı
#Aristo
1 year ago
Meydanlar…
Erdoğan Afrika’da ne arıyor? Davutoğlu neden Bağdat’ta?
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü