|
“Ünlüler” kimlerdir?

“Şöhret âfettir”…Eski dünyâya âit bir düstûrdur bu. Bu istenmezdi. Çünkü hâkim inanışa göre, “gurur” ve onun en keskin hâli olan “kibir” ve benzeri duyguların, insanın “enesini” veyâ “nefsini” azdırdığı, onu edep dâiresinden çıkardığı düşünülürdü. İnsan, şöhretin çekiciliğine kapıldığı zaman Rahmânî (iyicil) dâireden çıkar, Şeytanî (kötücül) bir çizgiye kayardı. Şeytân ile hemhâl olmuş, irâdesini ona teslim etmiş sayılırdı. Hâsılı, karşı çıkılan tek başına şöhret değil, daha çok onun kışkırttığı duygulardı. Firavun, bunun ideal tipi olarak resmedilirdi. Geleneksel terbiyenin esâsı buydu.



Şöhret eski dünyâda mevcût değil miydi? Elbette mevcûttu. Ama , bu iki şekilde oluyordu. İlki, destânî seviyede gelişen kahramanlıklar olarak. Destanî şöhretler zâten muhayyeldi. Yâni varken yoktular; yok iken vardılar. Diğerleri ise dünyevîydi. Nâmlı savaşçılar, isyankârlar, sporcular, edebiyâtçılar, zenaatkârlar, ustalar...Listeyi uzatabiliriz. Birinci dâire ile ikinci dâire arasında tek yönlü bir geçişkenlik de vardı. Dünyevî şöhretler, bir zaman sonra destânî şöhretlere dönüşebiliyordu. Ama bu şöhretlerin müşterek husûsiyeti, gelen şöhreti “istenmeyen kazâ” gibi, bir ârıza gibi görmek ve ondan uzak durmaya çalışmaktı. Şöhretin bir “uğursuzluk” bir “nazâr“ olduğuna inanılıyordu.

Şöhret için rekâbet yok muydu? Belki de vardı. Meselâ Dede Efendi ile Şâkir Ağa arasında Enderûnda yaşanan müzikâl rekâbetin dedikodusu yapılır. Ama rekâbet baskın değildi. Belki derinlerde bir yerlerde yaşanır, fazlaca açığa çıkmazdı.

Geleneksel dünyâlarda tevazû düstûrunun karşılığının ne kadar olduğunu bilmiyorum. Beşerî dünyâların “baskın” ve “ara” durumlardan oluştuğunu düşünürüm. Buna istinâden, bahsi geçen baskın düstura hakîkaten de sâdık yaşayan “mahfiyet sâhibi” insanlar olduğu kadar, tevâzu zırhına bürünüp, yâni basbayağı ikiyüzlülük edip bu düstûru çiğneyenlerin olduğunu varsayabiliriz. Yine eskiler, bu ikinci grup için, tevâzu perdesine saklanmış, ama bir şekilde kendisini ele veren gururlanmaları anlatmak için “tevâzu-i mağrurâne” ifâdesini kullanırlardı.

Modern dünyâ kültürü bu düstûru esastan reddetti. Tevâzuya dayanan ahlâkı, bireyleri ezen, onların içlerinde taşıdıkları cevherleri karartan bir târihsel engelleme olarak değerlendirdi. Bireylerin önü açılmalı, istidât ve kaabiliyetleri desteklenmeliydi. Daha mühimi de, bireyler arası ilişkiler, “eşitlikçi” bir düzlemde rekâbete açılmalıydı. Bu süreçlerin elbette az sayıda “kazananı” ve çok sayıda “kaybedeni” olacaktı. Olsundu. Sağlıklı olan buydu. Rekâbet insan topluluklarını diri tutar ve gelişmelerine elverirdi. Şöhret ise meşrû bir ödüldü. Şöhret meşrûlaşınca, muhtevâsındaki cümle duygular da açığa çıkıyor, onlar da meşrûlaşıyordu. İnsanın başarılarından dolayı gururlanmasında ne vardı ki? Kibir mi? Yakışırdı. Kıskançlık? Rekâbetin tabiî bir parçasıydı.

Bu bakış, ilk bakışta hayli mâkûl gözüküyor. Bir defâ, rekâbetin herkesi içine alması, dikey mobilizasyonlara açık olması son derecede demokratikti. İkinci olarak şöhret kazanmanın emek, çaba, gayret mahsûlü olacağının vaat edilmiş olması, onu aklayan, meşrû kılan diğer bir husustu. Neticede kazanan “kazanmayı” kaybeden de “kaybetmeyi” hakketmiş olacaktı. Kazanan, hem şöhret olacak, hem de onun maddî karşılıklarına ulaşacaktı. Prestij ve maddî kazançları elde edecekti. Kaybedenler ise silinecek, unutulacak; herşeyden mahrûm kalacaklardı.

Aslında bu kurgunun ne kadar vahşi bir kurgu olduğunu zaman gösterdi. Jane Fonda, Michael Sarrazin ve Susannah York’un başrollerinde oynadığı, Sydney Pollack’ın hârikûlade filmi Atları da Vururlar filminde anlatılan da bu vahşetti. Çok demokratik görünümlü bu vahşetin insanı nasıl insanlıktan çıkardığını anlatıyordu Pollack. Bir 100 Metre yarışında kazanan atletin zafer gösterilerine odaklanan kameraların hiç sonuncuya odaklandığını , onunla röportaj yaptığını gördünüz mü? Eğer birgün görürseniz, dünyânın iyileşeceğine dâir umutlanın...

Daha berbâdı, her zaman vasatlara oynayan kapitalizmin, şöhreti,emeğin ve istidâtın fonksiyonu olmaktan çıkarmasıdır. Şöhrete ulaşmanın çilesi kısa sürdü. Kestirme yollar zuhur etti. Şöhret elde etmenin yerini şöhretli olmak, şöhretli kılınmak aldı. Her zaman yapılan işler insanı şöhret yapmıyor; daha çok işler şöhret olmak için yapılıyor. Haydi Habermas’dan ilhâm alarak söyleyelim: Bir zamanların “edebî kamusallıklarının” yerini artık “celebrity kamusallıkları” aldı. Celebrity bu dünyânın kaymak tabakasını oluşturur. Orada şöhretli âlimler, edebiyatçılar, ressamlar da vardır. Ama, popüler kültür ikonlarıyla , hattâ nevzuhûr, ne idüğü belirsiz şöhretlerle berâber. İlk zamanlar bundan rahatsız olurlardı. (1980’lerin Aydınlar Dilekçesi’ndeki dramatik tabloyu hatırlayalım.) Artık o kadar da olmuyorlar.

Celebrity kamusallıklarının “fenomenleri” -bu da şöhretin yeni adı- zaman içinde kendi cemaatlerini kurdu. Kamusallık kavramı bu sürecin şık adıdır. Aslolan cemaatleşmedir. Benedict Anderson, her cemaatin hayâlî olduğunu yazıyordu. Bunun artık doğru olmadığını düşünüyorum. Hayâl kıymetli bir duygudur. Bugün kaybedilmiştir. Onun yerini fantazmalar almıştır. Sosyal medyadaki celebrity cemaatleşmesi, fantazmagorik cemaatleşmedir. Tek sermâyesi 140 kelime üzerinden meydan okumak, cıvıklık yapmak, hakâret etmekten ibârettir…

#Popüler kültür
#Sosyal medya
5 yıl önce
“Ünlüler” kimlerdir?
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?