“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara /164)
Düşünen bir topluluk, kâinatın ilahi delillerini pekâlâ okuyabilir. Beynin nöronları arasındaki elektriksel etkinlik, Rabbin âleme yaydığı ayetleri mütalaa etme gayretine hizmet ettiğinde, sorulardan cevaplara, cevaplardan daha üst perdede sorulara ve bu soru-cevap sergüzeşti süresince Yaratıcı Kudret’e hayranlığa varış kaçınılmaz. Düşünen zihin, kuşların anatomisini taklitle demir yığınlarını uçurabilir; güneşin, rüzgârın enerjisini tanımakla elektriği insan emrine uyarlayabilir; yağmur ve toprak münasebetinin canlıları besleyen kudretinden referansla üretim yapabilir, fezanın ve gök cisimlerinin ilahi düzen içindeki şaşmaz aksiyonundan pozitif bilimlere erişebilir.
DÜŞÜNCENİN YOL AYRIMLARI
Düşünce evvela biçimleri anlamakla zihni harekete geçirir. Bir adım sonrasında biçimlerin benzerleri ve zıtları üzerinden saptamalar yapar ve nihayetinde biçimlerin anlam bilimine kadar derinlere iner. Bir düşünce tohumu çeşitli merhaleler geçerek görünür, elle tutulur bir vücuda kavuşur. Pek tabii kimi yemiş veren bir ağaç olur da nesiller büyütür kimi ayrık otları, zehirli sarmaşıklar misali ekinleri öldürür. Demektir ki “düşünce” hayal âleminde bir zerredir; o zerre ekilir, biçilir, beslenir, yağmurdan topraktan mineral alır ve en nihayet, herkesçe görülebilen ve etkisi günbegün büyüyen bir bedene kavuşur.
Düşüncenin felaha ve felakete götüren yol ayrımları da var. Zihne atılan hiçbir tohum kalbe uğramadan tabiata baş veremez. İllaki o tohum ilkin zihinde filizlenecek, körpe dallar kalbe tesir edecek, burada kabuklaşmaya başlayan gövde, bir zaman sonra iç âlemden dışarıya baş verecek, böylece zihnin tüm etkinlikleri, müşteri gözler tarafından da görülebilir, ölçülebilir bir hacme kavuşacak. Bundan sonrası, öze bağlı. Ekilen tohumla vücuda gelen dalların mahsulü, çevreye yayılan etkinin de niteliğini belirleyecek. Menfi ya da müspet, evet, kim ne ekerse onu biçecek; fakat ekilen de biçilen de âleme zehir ya da bal şerbeti lezzeti verecek. Düşünen, ya düşüncenin kibirden mayasıyla yoğrulup inkâra düşecek ya da tabiattaki delillerin lisanını öğrenip erişilmez imanî hazlara erişecek.
HAYATIN TA KENDİSİ
“Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.” (Câsiye / 13.)
Aklın yetkinliklerini kullanarak aklın ötesini, kalbin hükümranlığında kalbe sığmayanları, düşüncenin sınırsız ve sonlandırılamaz kudretinde, hayalin bile erişemeyeceği öteleri irfanla sezebilmek gerek. Düşünce ile varılan yargıların zirvesi, düşüncenin erişemediği alanların varlığını bilmektir. İşte bu, sınırsız sanılan fakat kibrin, benliğin demir yığınlarından örülmüş hantal duvarlar arasına hapsedilen düşüncenin Yaratıcı’ya teslim oluşudur ki bundan sonrası, hiçbir düşünce vetiresinin varamayacağı odakları arifane hissedişlerle kavrama sürecidir.
Aslında düşünce hayatın ta kendisidir. Sadece spiritüel yaklaşımlarda değil, en reel en analitik, en makbul insanî etkinliklerde düşünce yoksa ya eylem yoktur ya da bütün eylemler ehliyetsiz kıpırdanmalar zincirinden öteye geçemeyecektir. Hareketin öncesi fikirse; fikrin dayandığı temel hayatî öneme sahip. Zira Tolstoy’un da dediği gibi “Haklı bir düşüncenin meyve vermemesi mümkün değildir.”
ALEME ŞİFA BİR SANAT ESERİ
İlk düşünce, biçimler ve hareketleri üzerineydi. Bu bazen yerin ve gök yüzünün ayetleri olan tabiat unsurları olurken; bazen tabiattaki bozulmalar, şekil değiştirmeler sonucu meydana gelen taş, ağaç vb. maddelere, bazen de yine tabiattan sermayeyle el yapımı sistemlere dayanırdı. Göğe başını kaldıran matematiği, geometriyi gördü, yeri ve üzerindekileri irdeleyen fizik kanunlarına merak sardı, insana bakan anatomiyi, tıbbı anladı ve tümden bir temaşa ile Allah’ın (cc) “Hayat ve İlim” sıfatını ve Rahmân ismini okudu. Rabbin isim ve sıfatları, yarattıklarında ayet ayet okunuyordu.
İşte ilk bakış ve ilk düşünce; şekillerden ‘yuvarlağı’, yuvarlağın özünde yatan hareket kabiliyetinden ‘dönüşü’ ve dönüşün bütün âlemi saran bir terennüm olduğunu böylece keşfetti. Dönüş bir bakıma doğuş, büyüme ve yaşama anlamına da gelmekte, bütün tabiat unsurları ve el yapımı teknolojik sistemler bu harekete bağlanmaktaydı. İşte bir düşünce tohumu bundan binlerce yıl öncesinde atıldı, bu düşünce bugün uçan ve uzaya varan cisimlerin anası. Düşüncenin anaç karakteri, gelişimi sürekli hâle getiriyor; ihlas ile bakan Rabbin kâinattaki ayetlerini okuyor, okuyan insan mevcut bilimsel seviyeyi bütün bir hâlde görüyor, kibir ile bakan kerameti kendinden biliyor.
Düşünce bir zihinde başlar, ses olur, hareket olur, ellerce biçim verilir, başka zihinlere yayılır, göze, kulağa temas eden bir vücuda kavuşur. Ve düşünce en nihayetinde bir toplum olur, kültür olur. Maateessüf bazen düşünce inancın, geleneğin ve toplumun katili olur, doğru pınarlardan beslenen fikir tohumları bazen de bir toplumun toprağı olur mahsul verir, o camiayı, düşüncenin yayılan ve birleşen gücüyle, muasır ve bilgi yüklü bir çağa eriştirir. Doğru kaynaklardan (imanî tefekkür) beslenen bütün düşünce yolları, âleme şifa veren bir sanat eseri, zarardan ve yıkımdan beri bir bilimsel icat ya da insanlığa refah getiren bir hizmet izdüşümü olarak vücut bulur ve en yüksek medeniyetler bu yolla kurulur. İlkel benlikten ve kibirden beslenen düşünceler ise ne kadar gösterişli, şatafatlı, çağdaş ve pozitif görünse de içten içe çürüten ve toplumu katleden bir silaha dönüşür. Ahlâkı, inancı örseleyen bütün düşünceler hem nesilleri katleden hem de nesiller ötesini viran eden nükleer bomba etkisi yapacaktır.