|

Toplumların oluşumunda güven kavramının yeri

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ifadesi hepimiz için anlamlı bir vurgu içerir. Aslında bu ilişki yalnızca insanın devlet organizasyonunu beslediği tek yönlü bir ilişki değil, etkileşimsel bir döngüdür. İnsan, hayatı boyunca pek çok şeyin doğrudan ya da dolaylı olarak sebebidir. Dolayısıyla yaşadıklarımızın kendi irademiz dışında gerçekleştiğini düşünmek hatalı bir çıkarım olacaktır. Çünkü her birimiz önce kendi hayatımızda, sonra sorumlu olduğumuz alanlarda iyiliği topluma yaymakla sorumluyuz.

Haber Merkezi
04:00 - 27/04/2020 Pazartesi
Güncelleme: 01:45 - 27/04/2020 Pazartesi
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
DR. SALİHA OKUR GÜMRÜKÇÜOĞLU İSTANBUL MEDENİYET ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ / KADEM Başkanı

Güven, insana kendini güçlü hissettiren, sevgi ve merhamet duygularını açığa çıkaran en temel duygudur. Güvensizlik hissi ise genellikle kişide korku ve öfke uyandıran, sosyal ilişkilerde yanlış kararlar vermesine sebep olan psikolojik ve manevî bir durumdur. Kendini güvensiz hisseden kişiler, bu duyguyla baş etmeye çalışırken, çoğu zaman sonradan pişman olacakları fiillerde bulunabilir.

Güven toplumunun inşası ise, o toplumu oluşturan insanların kendilik bilinçlerinin yerinde öz saygılarının yüksek ve güvenilir kişiler olmasıyla doğrudan ilgilidir. Aynı zamanda böyle bir toplum hiç şüphesiz güvenilir insanların yetişmesine de önemli katkı sağlar. Bu anlamda kişi ve toplum, birbirinden beslenen iki yapıdır. Dolayısıyla hem kişiler hem toplumsal kurumlar, hayatı imar etme ve güvenilirliğin oluşması noktasında ortak bir sorumluluğu paylaşır.

MEDENİYET İNŞASININ TEMEL DAYANAĞI

Güven toplumu oluşturmak bir anlamda medeniyet inşasının temel dayanağıdır. Toplumsal çatışmaların sona ermesi ile gerçekleştirilen bütün sözleşmeler, karşılıklı güven esasına dayanır. Taraflar, artık kaba kuvvete başvurmayacakları ve sözleştikleri hususlar çerçevesinde hareket edecekleri konusunda birbirlerine teminat verirler. Bu teminat ile hukukun üstünlüğünü tanımış olurlar. Aynı zamanda yerleşik hayatı benimsemeye ve nitelikli kültürel ürünler sunmaya başlarlar. İnsani değerlere katkıda bulunma ile devam eden bu süreç, köklü medeniyetlerin oluşması için gerekli şartları da içinde barındırır.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ifadesi hepimiz için anlamlı bir vurgu içerir. Aslında bu ilişki yalnızca insanın devlet organizasyonunu beslediği tek yönlü bir ilişki değil, etkileşimsel bir döngüdür. İnsan, hayatı boyunca pek çok şeyin doğrudan ya da dolaylı olarak sebebidir. Dolayısıyla yaşadıklarımızın kendi irademiz dışında gerçekleştiğini düşünmek hatalı bir çıkarım olacaktır. Çünkü her birimiz önce kendi hayatımızda, sonra sorumlu olduğumuz alanlarda iyiliği topluma yaymakla sorumluyuz.

Günümüzde toplumu güvensiz kılan temel sebepleri şu şekilde özetlemek mümkün: Kimlik ve aidiyetlerin belirsizleşmesi ile oluşan iletişim güçlüğü ve değer kaybından kaynaklanan suça yatkınlık. Taraflar arasında sağlıklı bir iletişim kurulamadığında, bazı insanlar için kaba kuvvet ne yazık ki iletişimin yerini alıyor. Kendini doğru ifade edememenin bir sonucu olan şiddet, zamanla bir kültüre dönüşerek, bir süre sonra sadece aile içinde kalmayıp, toplumun diğer fertlerine ve farklı meslek gruplarına yönelerek toplumsallaşıyor.

Değer kaybına sebep olan başka bir etki de adalete duyulan inancın zedelenmesidir. Toplumda maddi manevi her türlü hak ve sorumluluğun insanlar arasında adil paylaşıldığı bir düzen oluşturmak esastır. Şüphe yok ki bu düzenin korunamadığı bütün durumlarda anomali ve kaos çıkması kaçınılmaz hale gelir.

ADALET TESİSİNİN ROLÜ

Adaletin tesis edilmesi, güvenli bir toplum oluşması sürecinde vazgeçilmez bir unsurdur. Bu süreçte din, inananlar için bağlayıcı şartlar öne sürerek kişi ve toplulukların davranışlarına yön verir. Böylelikle sosyal yapıyı hem inşa eder hem de korur. Benzer şekilde eğitim de kişilerin sosyal grupla bütünleşme süreçlerini destekler. Eğitim ayrıca kültürel mirasın aktarımında da etkindir. Siyasi ve iktisadi kurumlar, uyguladıkları pratiklerle, gerek söz konusu mirasın aktarımını sağlamayı gerekse kişileri belli ortak noktalarda birleştirmeyi başarabilir. Modern dönemde ise kitle iletişim araçlarının sosyal alanda kişilerin düşünce ve davranışları üzerinde daha belirleyici rol oynadığını söyleyebiliriz.

Hiç şüphesiz toplumun şekillenmesi üzerinde başat rollerden biri de aileye aittir. Aile yapısı kuvvetli olan topluluklar, adil ve güvenli toplum olma halini daha nitelikli şartlarda sürdürebilirler. Ayrıca istişare kültürünün canlı tutulması da şeffaf bir işleyişi beraberinde getirerek toplumdaki güven ortamını kuvvetlendirecektir.

Güven toplumunu oluşturmak ve korumak için belirlenen kurallar, öncelikle kötülüğü engellemeyi hedefler. Hukuki düzenlemelerde, kamu vicdanının tatmin olması da önemlidir. Zira suçlara karşılık uygulanan cezaların kültürel anlamda insanları teskin etmesi beklenir. Aksi takdirde herkes kendi adaletini kendisi tesis etmek ister ki, bu da şüphesiz büyük bir kaosa yol açar. Kişiler, kolektif farkındalık ve aksiyon olmadan ne güvenli bir toplum inşa edebilir ne de var olan güveni koruyabilirler. Güven toplumunun inşası ve sürdürülmesi için insani değerleri muhafaza eden sağlam bir ahlaki arka plan ve güçlü bir irade hâkim olmalıdır.

Güvenli toplum oluşturmanın gayesi insanların birlik halinde yaşamalarını sağlamaktır. Nitekim toplumdaki birlik hali sosyal yapıyı güçlü kılar. Güçlü sosyal yapı içinde yaşayan kişilerin kendilik bilinçleri de güçlü olur. Böylelikle diğer insanlarla doğru iletişim kurar ve sağlam bağlar edinirler. Kendini rahatlıkla ifade eden ve özgüveni yüksek kişilerden oluşmuş toplulukların, yabancıları tehdit olarak algılama olasılığı da düşüktür. Daha ziyade onların farklılıklarını hoş görme eğiliminde olurlar, hatta sevgiye dayalı ilişkiler dahi kurabilirler. Çünkü sevgi bağının kurulması için öncelikle insanların kendini güvende hissetmeleri gerekir.

EMİN İNSAN OLMAK

Bu anlamda Hz. Peygamber’in öteki ile yaşama konusundaki tutumu bizlere tarihi bir örneklik sunar. İnananlarla birlikte Mekke’den hicret eden ve Medine’yi vatan edinen Hz. Peygamber, Medine’de Yahudilerle birlikte yaşayacakları hayatı düzenlemek adına bir sözleşme yapar. Medine Vesikası olarak bilinen bu sözleşmede, taraflar karşılıklı olarak can ve mal güvenliği, din ve ibadet özgürlükleri gibi konularda birbirlerine teminat verirler. Bu metinde, farklı kültürlerin bir arada yaşayabileceği bir düzen kurmak için her iki grup ortak sorumluluk almaya davet edilmiştir. Böylelikle bu vesika, medeniyetlerin beşiği olan şehir hayatının nasıl bir anlayış ile inşa edilmesi gerektiğine işaret etmiştir.

Osmanlı tarihine baktığımızda da öteki ile yaşama konusunda güzel örnekler görüyoruz. Farklı milletleri tek bir imparatorluk çatısı altında toplayan ecdadımız, bütün tebası için yüzyıllarca adil ve huzurlu bir hayat sunmayı büyük ölçüde başarmıştır. Öyle ki bu topraklar, bütün Avrupa’da dışlanan Yahudilerin de, Endülüs’ten çıkarılan Müslümanların da sığınağı olmuştur. Son yıllarda ülkemiz benzer şekilde merhamet kanadıyla Suriyeli, Afganlı, Doğu Türkistanlı, Iraklı mültecilerin güvenliğini sağlamaya çalışmaktadır. Hangi inanca ve millete mensup olduğuna bakmaksızın insanın diğer insanlara gösterdiği saygı, özen ve ihtimam, muhakkak ki kendi değerini ortaya koyan önemli bir göstergedir.

Kültürel mirasımız, hem inancımız hem de geleneğimizden gelen örneklerle son derece zengin bir hazine olarak bize ulaşıyor. Güven toplumunu inşa etmek, özellikle her birimizin güvenilir insanlar olmayı başarabilmesinde yatıyor. Başka bir ifadeyle bize tanıklık eden herkesin, söz ve davranışlarımızdan dolayı herhangi bir sıkıntıya düşmeyeceğinden emin olması gerekiyor.

#Medeniyet
#İnsan
#Kültür
#Adalet
4 yıl önce