İslâm Felsefesi"nin özgünlüğünden söz edilebilir mi? (I)

00:0023/03/2001, Cuma
G: 11/09/2019, Çarşamba
Dücane Cündioğlu

"İslâm Felsefesi''nin özgünlüğü" sorununa açıklık getirmek üzere yola koyulanların bu sorunu Felsefe Tarihi''ne ait bir sorun olarak görmeleri tesadüf değildir. Çünkü sorunu ortaya koyanlar, sorunu ortaya koyma biçimleriyle daha başta sorunun alanını da belirlemiş oldular.XIX. yüzyılda Ernest Renan İslâm Felsefesi şeklindeki bir adlandırmayı dahî yanlış buluyor, tarihte kendisinden İslâm Felsefesi şeklinde sözedilebilecek bir düşünsel etkinliğin olmadığını iddia ediyordu. Üstelik ona göre Arapların

"İslâm Felsefesi''nin özgünlüğü" sorununa açıklık getirmek üzere yola koyulanların bu sorunu Felsefe Tarihi''ne ait bir sorun olarak görmeleri tesadüf değildir. Çünkü sorunu ortaya koyanlar, sorunu ortaya koyma biçimleriyle daha başta sorunun alanını da belirlemiş oldular.

XIX. yüzyılda Ernest Renan İslâm Felsefesi şeklindeki bir adlandırmayı dahî yanlış buluyor, tarihte kendisinden İslâm Felsefesi şeklinde sözedilebilecek bir düşünsel etkinliğin olmadığını iddia ediyordu. Üstelik ona göre Arapların ve Türklerin böylesi bir etkinliği yürütecek, sürdürecek yetenekleri de yoktu. İslâm tarihinde birkaç filozof çıktığı iddiası belki tarihen reddedilemezdi ama bu filozoflar da esasen müslümanlar tarafından itibar görmemişler, felsefe küfür, felsefeciler ise kâfir-zındık olarak suçlanmak sûretiyle bir kenara itilmişlerdi. Felsefeyle uğraşanların ekseriyeti ya Arî ırkına ya başka dinlere ya da hederodoks fırkalara mensup kimselerdi. İslâm tarihinde (zaman itibariyle) ve İslâm coğrafyasında (mekân itibariyle) felsefe adı verilebilecek tüm düşünsel etkinlikler, Batı''dan/Yunan''dan alınmış, hiçbir katkıda bulunulmaksızın bir süre muhafaza edilmiş ve en nihayet yine gerçek sahiplerine iade edilmişti. Hâsılı, müslümanların felsefî etkinliği, kendilerine ait olmayan bir düşünce mirasına kısa bir süre taşıyıcılık yapmaları, kılıçla ele geçirdikleri coğrafya üzerinde bu mirasın muhafazasına ''kerhen'' izin vermeleriydi. Felsefe XII. yüzyıldan itibaren asıl yurduna (Batı''ya) taşınmış, asıl sahiplerinin ellerine geçmişti.

Bu iddiaların gerekçesi ise ma''lûmdur: İslâmiyet -tab''an- özgür düşünceye, felsefe ve bilim''e karşıdır; çünkü ne de olsa çöl dinidir; bedavetin ürünüdür. Araplar şâir, Türkler cengâver yaratılışlıdır; soyutlama yapma, felsefî düşünme yetenekleri yoktur. Binaenaleyh bilim ve felsefe, Sâmî ve Turanî ırklara değil, Arî ırklara mahsûs bir etkinlik olarak vücûd bulmuş ve öylece kalmıştır.

Sorunun bu biçimiyle ortaya konuluşu, evvelemirde, muhataplarını tarih''in ve coğrafya''nın sınırları içinde cevap yetiştirmeye sürüklemiş; felsefî etkinliğin özgün unsurları İslâm tarih ve coğrafyasında aranır olmuştu. İslâm Felsefesi''nin özgünlüğünü ileri sürmek, felsefî unsurların, dahası İslâm''dan önce varolmayan (!) ya da başka bir deyişle İslâm''la birlikte varolan unsurları keşfetmek/göstermek ameliyesine münhasır kaldı. Sözgelimi İbn Sina''nın yazılarında özgün birşeyler bulmak, kendi öncesine geri götürülemeyecek denli orijinal unsurlar bulmak demekti. Bulunamadığı takdirde -ki hâlâ bu biçimiyle bulunabilmiş değil-İbn Sina''yı basit bir Yeni Eflatuncu mukallit olarak ilan etmek kolaylaşıyordu.

Son tahlilde bu yaklaşım tarzı, İslâm felsefecilerini, Aristo''yu -Arap diliyle ve üstelik eklektik bir tarzda- açıklamaktan öte birşey yapmamış birer "şârih" derekesine indiriyor; farklı bir yoruma tesadüf edilince de onların ya yanlış Aristo çevirileri tarafından yanıltıldıkları ya da Aristo''nun görüşlerini kendi istekleri doğrultusunda saptırdıkları, bozdukları, değiştirdikleri iddia ediliyordu. (Bu hatalı yaklaşımın yine müslüman bir felsefeciyle, İbn Rüşd''le meşrûiyet kazanması incelemeye değer bir konudur.)

Bu süreç içerisinde "özgünlük/orijinallik" kavramlarının mahiyeti üzerinde yeterince durulmamış olması ve neredeyse sözcüğün sıradan anlamının -bir kaziyye-i muhkeme imişcesine- hesaba çekilmeyip özgünlüğün/orijanilliğin unsurlara hasredilmesi fevkalâde irkilticidir. Oysa "düşünce"nin, bâhûsus "felsefî düşünce"nin özgünlüğü unsurlarında değil, terkîb ve üslûbundadır. Sözgelimi şâiri şâir yapan salt bilinen sözcükleri kullanması veya sözcük uydurması değil, herkesin kullandığı/kullanmakta olduğu sözcüklerden yeni bir terkîb oluşturması, yeni bir uslûb ortaya koymasıdır; tıpkı hanendelerin hüsn-i sadâlarıyla değil, hüsn-i edâlarıyla ''sanatçı'' niteliği kazanmalarına benzer bir şekilde düşünce adamları da özgünlüklerini düşüncelerinin unsurları itibariyle değil, bu unsurlara istinaden meydana getirdikleri terkîbler ve bu terkîblerin üslûbu itibariyle "filozof" sıfatına hak kazanırlar ve bu takdirde ancak onlara mahsûs bir felsefe''den söz edilebilir.

İslâm Felsefesi''nin özgünlüğü sorunu terkîb ve üslûb düzeyinde ele alın(a)madığı sürece, "bugün müslümanların niçin kendi düşünce miraslarıyla irtibat kuramaz hâle geldikleri" suâli sağlıklı bir biçimde cevaplanamaz! Cevaplanabilseydi, Renan''ın İslâm dünyasındaki takipçilerinin, İmam Gazâlî''nin felsefe eleştirisini "felsefe''yi yıkmak, özgür düşünceyi boğmak" şeklinde değerlendirmek yerine, bu eleştiriyi özgün bir felsefî düşünce biçimi, farklı bir terkîb, yeni bir üslûb olarak yorumlayabilmeleri icab ederdi.

Hâsılı, özgürlüğün yitimi, özgünlüğün/farklılığın/yeniliğin yanlış yerlerde aranmasından kaynaklanmaktadır!

NOT: Yazarımız Dücane Cündioğlu''nun yazıları bugünden itibaren cuma ve cumartesi günleri bu sayfada yayınlanacaktır.