|
Osmanlı medeniyetinden tablolar ​

Muallim Cevdet, bu sıfatın hakkını tam anlamıyla veren Milli Eğitim camiasının önemli isimlerinden biridir. Gerek İstanbul’da, gerek Bakü’de yetiştirdiği talebeleri onun nasıl bir muallim olduğunu her zaman, her yerde itiraf ediyorlar.

Merhumun yegâne mesleği muallimlik değildi, o aynı zamanda müellif, muharrir ve müverrih gibi unvanlar da taşıyordu. Bugün böyle güzel kelimelerle yazılarını ve konuşmalarını süsleyenlerin sayısı -maalesef- azaldı. Eskiler kitap yazanlara müellif, gazete ve dergi yazarlarına muharrir, tarihle iştigal edenlere de müverrih diyorlardı. Muallim Cevdet’i anlatırken bütün bu kelimeleri bir tarafa bırakıp ondan sadece öğretmen-yazar diye söz edersek bu hem eksik, hem kuru bir ifade tarzı olur.

Muallim Cevdet’in 1930’lu yıllarda Bulgarlara satılan Osmanlı arşiv belgelerinin geri getirilmesi için ne büyük bir çaba harcadığını, yaklaşık sekiz yüz sayfalık kitabında bütün ayrıntılarıyla anlatan Osman Nuri Ergin, onun aynı zamanda dört başı mamur bir kültür tarihçisi olduğuna da vurgu yapıyor. Merhumun denizler kadar engin bilgisine rağmen yazdığı kitapların sayısı belki azdır ama bunun sebebi hem öğretmenlik mesleğine öncelik vermesi hem de genç yaşta vefat etmesidir.

Cevdetin, İbn-i Battuta’ya zeyl olarak ve Arapça kaleme aldığı “İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği” isimli kitabı tam bir kültür hazinesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu hacimli eserinin dışında, küçük ebatta daha bir takım çalışmaları var. Geçen akşam kütüphanemdeki eserleri okşamaya devam ederken bunlardan biriyle karşılaştım. Harf inkılabından önce “Zamanımızda Usûlü İnşa ve Muhabere” adıyla neşredilen bu kitabın sayfalarını çevirirken bir başlık dikkatimi çekti. “Eski Türklerde Hayır Müesseseleri” adını taşıyan bu başlık altında dünkü medeniyetimizden bazı tablolar sunuluyor. Hoşunuza gideceğini tahmin ettiğim için bunları siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum:

Devletin görevlendirdiği bir kişi, eline içi kül dolu bir kap alır. Sokak sokak dolaşır. Yerlere atılan balgamları ve tükürükleri küle bulayarak yok eder. İşte en medeni ve mükemmel belediyelerin bugün yapmak istediği şey, bizde yüz yıllar önce düşünülmüştür ve vakıfların bu iş için tahsis ettiği bir sermaye vardır.

Başka bir misal:

Yine bizzat devlet yahut hayır sahibi bir vatandaş “Darüşşifa” adıyla bir hastahane açıyor. Hasta burada herhangi bir ücret ödemeden tedavi görüyor. Sadece bu kadar mı, hastalara her gün av etleri, en nefis meyveler -hem de- bol miktarda veriliyor. Tımarhane denilen delilere ait hastahanelerde memleketin mûsıki üstadları tarafından hastalar neşelendirilmeye çalışılıyor. Halbuki o yüzyıllarda Avrupalılar, delileri cin çarpmış diye ateşe atıyorlardı.

Diğer bir örnek:

Salgın hastalıklarla yapılacak mücadele bizde yüzyıllar önce gündeme geldi. Bunun için özel sığınma evleri hazırlandı. Hastalığa yakalananların diğer insanların arasına karışmaması için her türlü tedbir alındı. “Miskinler Tekkesi” denilen ve bugün sıhhiyenin, belediyenin semtine bile uğramadığı müessese işte bu maksatla kuruldu.

Ya şuna ne dersiniz?

Öksüz çocukları, salih zatların yanında eğitmek, onları İslam terbiyesiyle yetiştirmek için vakıflarca büyük paralar ve mal mülk hazırlandı. İflas eden tüccara, mal varlığı kazaya uğrayan esnafa, çalışamaz hale gelen sanat erbabına yardım için çok sayıda vakıf kuruldu.

İşte göz yaşartıcı bir tablo daha:

Tahsil görmek veya ilmini yaymak için şehre gelmiş olan garip talebeleri ve âlimleri yatıracak, doyuracak, hayvanlarını besleyecek misafirhaneler inşa edildi. Fatih Camii’ni çevreleyen o koca meydan bir zamanlar mermer döşeliydi. Bu meydanın etrafındaki medresenin talebeleri, sabah namazını kılmak için Fatih Camii’ne mest ile, yani ayakkabısız gidiyorlardı. O civardaki bir imarethaneden her bir talebeye düzenli yemek veriliyordu. Bu yemeğe yüz dirhemden az olmamak üzere et konulması gerekiyordu. Bütün Filibe mukâtaası (1) bu imaretin pirincini yetiştiriyordu.

Merhum Muallim Cevdet’in Fatih Külliyesi hakkında kullandığı bu ilgi çekici cümlelere küçük bir ilavede bulunmak gerekirse şunları söyleyebiliriz:

İslam tarihine ve şehir medeniyetine şöyle bir göz attığımızda mâbedlerin, özellikle büyük camilerin birer külliye şeklinde inşa edildiğini görüyoruz. “Külliye” kelimesi geniş kapsamlı olmayı ve bütünlüğü ifade ettiği için selatin camilerinin etrafında imarethane, hastahane, kütüphane, muvakkithane, kervansaray vesaire gibi sosyal kuruluşlar da muhakkak yer alıyor. Böylece bir bakıma şehir içinde şehircikler de kurulmuş oluyor. İslam medeniyetinin en şaşaalı devirlerinde Bağdat, Şam, Kahire, Kurtuba gibi büyük merkezlerde inşa edilmiş olan külliyeler, insana her mânâsıyla hizmet etme duygusunun canlı göstergeleri olarak karşımıza çıkıyor. Külliye zengini İslam şehirlerinden biri de -hiç şüphe yok ki- bizim İstanbul’umuzdur. Fatih Camii’ni ve külliyesini diğer İslam şehirlerindeki külliyeler ile kıyasladığımız zaman birinciliği kazandığını görüyoruz. Nitekim merhum Ali Himmet Berki de 15 Mayıs 1968 tarihli “İslam Medeniyeti” dergisinde yayımladığı bir makalede Fatih külliyesine öncelik verip şunları söylüyor:

“Büyük hükümdar, İstanbul’da Fatih Camii’nin etrafında öyle bir külliye yapmıştır ki, İslam âleminde vücuda getirilen ilim müesseselerinin hepsinin üstündeydi. Gerçi, vaktiyle Bağdat’ta Nizâmülmülk tarafından tesis olunan Nizamiye Medresesi’yle Nişabur’da Nizâmülmülk Medresesi; zamanlarında dünyanın en büyük külliyesi halindeydi. Bu medreseler de Ebu İshak-ı Şirazi, İmam-ı Sühreverdi, İmam-ı Gazali gibi büyük âlimler ders veriyordu. Şeyh Sadi de burada yetişmişti. Merhum bu medresede bir müddet muidlik (müzakerecilik) yapmıştı. Ancak Fatih medreseleri Hastahane, Darülhadis, Nekâhathane gibi müştemilatı ve sair teşkilatı ile daha mütekâmil halde idi.”

İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda ben de bu Sahn-ı Seman Medreselerinin bir odasında, bir süre kalma bahtiyarlığına ermiştim. İnşa ettirdiği bu göz kamaştırıcı külliye ile şehir medeniyetine külli anlamda katkıda bulunan Hz. Fatih’i bir kere daha rahmetle yâd ediyorum.

Mukâtaa: Eskiden devlete ait bir geliri veya araziyi kira karşılığında ve başkasına satmamak şartıyla geçici mülk olarak bir kimseye devretme, kesime verme. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)

Not 1: Kadim dostum İbrahim Kalkan Bey’in vefatını Mehmet Şeker Bey’in yazısından öğrendim. Merhum son zamanlarda Fatih’te, Dülgerzade Camii’nin arkasındaki kahvehanelerde otururdu. Buralarda zaman zaman kendisiyle görüşürdüm. Şiir ve edebiyat sohbetleri yapardık. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Not 2: Kitabiyat dünyamızın önemli ismi Turgut Kut Bey de rahmeti Rahman’a kavuştu. Cuma günü Sapanca’da toprağa verildi. Allah rahmet eylesin.

#Osmanlı
#Medeniyet
#Tablo
٪d سنوات قبل
Osmanlı medeniyetinden tablolar ​
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı