Bir süredir “hoşgörü” gözden düştü “öteki” modası başladı. “Öteki” aşağı, “öteki” yukarı… Neymiş, hoşgörü, tolerans gibi kavramlar, liberal hegemonyanın belirleyici olduğu günümüz atmosferinde bir tuzak içeriyormuş, öteki'yi ve farkı esas alan, herkesin herkesten sorumlu olduğu bir etik kavrayış geliştirmek mümkünmüş. Yüz yüze iletişimdeki etik temel keşfedildiğinde, “ben” yerine “öteki”, “aynı” yerine “başka” öne çıkarıldığında, “ben” dediğimiz öznenin karşısındaki “öteki”nden bağımsız bir varlık olmadığı, ben'in aslında öteki olduğu görülecekmiş… Artık genel geçer hale gelmiş bu şık ifadeler, felsefesinin ana kaynağını Talmud'a ve halkının tarihine dayandıran Yahudi filozof Emanuel Levinas'ın fikirlerinden köken alıyor. Yaşadığı süre boyunca hep İsrail'den yana olmuş, Sabra ve Şatilla katliamlarına bile tavır koyamamış Levinas… Ama hakkını yemeyelim güçlü bir felsefe sunduğu kesin… Tumturaklı sözleri bir yana, felsefe, eninde sonunda bir tavır alış. Levinas'ın fikirleri, günümüzün en hakikatli ötekileri olan doğulu ve güneyli yoksulların, mültecilerin, mazlumların, mağdurların, madunların anlaşılmasına ve yaşam kalitelerinin artmasına bir katkıda bulundu mu bilmiyorum ama entelektüel ajandadan hoşgörünün çıkarılıp atılmasında etkin olduğu kesin…
Hoşgörü kavramına antipatik bakan, onun yerine saygı, sevgi, sempati, nezaket gibi ifadeler konulmasını öneren, Levinas dışında da düşünürler var. Kavramın tam yerli yerine oturmadığı konusundaki çekincelerinde elbette haklılar ama uygun kavram üretilememesi, böyle bir olgu olduğunu ortadan kaldırmaz ki… Kendi adıma hoşgörüsüzlüğün tam karşısında yer alan erdemli davranışın doğasından kaynaklandığını düşünüyorum, kolay ifade edilememesini.
Hoşgörüyü kabul eden ama erdem olarak küçümseyenler de var batıda. Vladimir Jankelevitch, Andre Comte-Sponville onlardan. Hoşgörünün, kişiler arası yaşamdaki nezaketin yerini kolektif yaşamda oynayan “küçük bir erdem” olduğunu söylüyorlar. Onlara katılmamız mümkün değil. Bana göre hoşgörü, farklılıkları bir arada yaşatabilen toplumsallığın ve farklılıklar tanınma imkânı ve her insana eşit oy hakkı sağlayan demokrasinin temelini oluşturan kavramlardan. Ortak bir yaşama ve demokrasi kültürü oluşumunda en az basiret kadar mühim bir erdem… Neden hem bir erdem hem kavram olarak hoşgörüye ihtiyaç bulunduğunu anlamak için öyle iddialı felsefi tezlere ihtiyaç yok. İletişimde diyaloğun ve birbirimizi karşılıklı anlamanın nasıl olduğuyla ilgili teorilere bakılması yeterli…
İletişim teorileri, insanın karşısındakini tam olarak anlamasının, dolayısıyla iletişim kazalarından korunmanın bir yolu henüz bulunamadığını söylüyor. Eğer insanlar arası ilişkiler, robotlar arası ilişkilere dönüşmeyeceklerse hiçbir zaman da böyle bir yol bulunamayacak. Şu halde sağlıklı bir iletişim için, her zaman hoşgörü için bir yer açmak, karşımızdakini mazur görebilecek bir olgunluğa ulaşmak dışında bir çaremiz yok.
Yorumcu yaklaşıma göre de “anlama”, insanın dünyadaki temel var olma biçimlerinden birisi: Her an anlam dünyasının ve anlama eyleminin içindeyiz. Hep bir geleneğe bağlıyız, bırakın bağlı olmayı geleneğin içine doğuyor, orada büyüyüp kişilik kazanıyoruz. Düşüncelerimiz ve hatta rüyalarımız bu geleneğin diliyle irtibatlı. Biz balığız, gelenek deniz; şüphesiz aydınlanarak gelenekteki cahiliyeyi aşma imkânımız hep var ama tam olarak ondan kaçıp kurtulma şansımız da bulunmuyor. Ne yaparsak yapalım, hatta geleneğe karşı bir mücadele yürüttüğümüzü bile söyleyelim, aslında tarihsel varlıklar olarak tüm yaptığımız, yalnızca geleneğe katkı yapmaktan ibaret. Her türden anlama sürecinin başlangıcında bir ön-anlama ve ön-bilgi yani daha genel bir deyişle söyleyecek olursak bir önyargı var. Zaten “anlama” dediğimiz şey, başlangıçta zaten var olan bu tasarı taslağının işlenip düzenlenerek son halini almasından başka bir şey değil. Bu nedenle bir metni veya bir insanı, gerçekten anlamak için yapmamız gereken, bize nesnel bilgi sağlayacağını sandığımız bir yöntem doğrultusunda hareket etmek değil, önyargılarımız arasında açık bir sorgulamaya başvurmak… Gerçek anlama, ancak kendi görüşlerimizin ve önyargılarımızın tam bilincinde olmakla imkân dâhiline giriyor. Önyargılarımızı fark ederek onları paranteze almak, “öteki”yle diyalog içinde ufuklarımız arasında bir kaynaşma sağlamaktır, o kimseyi anlamak. Önyargılarımızı ortadan kaldıramayız, ancak başkalarıyla diyalog içinde onları ıslah ederek doğru bilgiye, gerçek anlamaya yani kendimizi de anlamaya yaklaşabiliriz. Velhasıl, önyargılarımızla baş edebilmek için, hoşgörüye dayalı, açık bir diyalogdan başka çaremiz yok. Hoşgörü ortadan kalktığında, birbirimizi anlamaktan vazgeçmiş, fanatizme ve şiddete davetiye çıkarmış oluyoruz.