Günümüz Batı toplumunda evlilik ve aile yapısındaki tüm geleneksel sınırlar “özgürlük” nidalarıyla tuz buz oluyor; duygusal alanda, kadın-erkek ilişkilerinde yeni normlara ulaşabilmek için denemeler yapılıyor. Olup bitenleri A. Giddens gibi destekleyenler de var Z. Bauman ve psikanalist P. Verhaeghe gibi felakete gidiş olarak değerlendirip şiddetle karşı çıkanlar da…Kültürel iklimin rengini daha çok İslam inancının belirlediği coğrafyalarda ise bu alanda durum hayli karışık… Açık olan bir gerçek
Günümüz Batı toplumunda evlilik ve aile yapısındaki tüm geleneksel sınırlar “özgürlük” nidalarıyla tuz buz oluyor; duygusal alanda, kadın-erkek ilişkilerinde yeni normlara ulaşabilmek için denemeler yapılıyor. Olup bitenleri A. Giddens gibi destekleyenler de var Z. Bauman ve psikanalist P. Verhaeghe gibi felakete gidiş olarak değerlendirip şiddetle karşı çıkanlar da…
Kültürel iklimin rengini daha çok İslam inancının belirlediği coğrafyalarda ise bu alanda durum hayli karışık… Açık olan bir gerçek varsa, giderek ve her geçen gün ivmesi artan bir hızla biz de Batı’ya benziyoruz. “Batı’nın ilmini fennini alalım ama ahlak telakkimiz yerinde kalsın” anlayışının pek doğru olmadığı, teknoloji ile yaşama tarzı arasındaki bağlantıyı gözden kaçırdığı ortaya çıkıyor. Hayat; kaçınılmaz modernleşme karşısında hiç değilse kendine özgü bir rota belirlememiz gerektiğini, bunu yapabilmek için de geleneksel inanç değerlerimizin yanında müthiş bir bilgi birikimine ve Batı’nın yaşadıklarından ders çıkarabilecek bir donanıma ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. Bunun için Batı’daki tartışmaları bilmeli, aileden ve insanlığın değer mirasından yana olanların söylediklerini ve eleştirilerini heybemize katarak üzerimize çığ gibi gelen modernliği kendimize özgü ve değerlerimize uyumlu bir hale getirebilmek için ne yapmamız gerektiğine kafa yormalıyız. Bugün Batı’da duygusal ilişki alanında ortaya çıkan değişikliklerin yıkıcılığını gören ve eleştiren bir başka çalışmadan bahsedeceğiz, psikoterapist Michael Vincent Miller’in “İkili İlişkilerde Terörizm: Erotik Yaşamın Yozlaşması” (Yeni Baskısı “Aşkta Terör” Çeviren: S. Gül, Varlık Yayınları) kitabından...
Miller, dobra dobra konuşuyor: “Bizim çağımız, maskeler, roller ve açıklık, iletişim, liberalizm görüntüsü altında saklanan manipülasyonlar çağı oldu… 1960 ve 1970’lerde eşi görülmemiş bir cinsel özgürleşmeden geçtik ve şimdi kendimizi istismarın, yıkılan evliliklerin ve utanç verici hastalıkların pençesindeki ailelerin kurbanları olarak görüyoruz…” Miller, bir ergenlik kültürü yaşayan Batı toplumunun mutlu birlikteliklerinin yerini “ikili ilişkilerde terörizm”le kendisini gösteren bir istismar ve iç savaş döneminin aldığı kanaatinde. Bu nedenle artık “romantik aşk çağı”ndan şiddet, itiraf ve ifşaatın kol gezdiği “istismar çağı”na geçildiğini söylüyor. “Romantik aşkın üstüne alaca karanlığın çökmesiyle birlikte, geçici bir karanlık bölgeden mi geçiyoruz? Yoksa endüstriyel gücümüzün azalmasıyla ve ırk sorunlarıyla birlikte, istismar da Weimar Cumhuriyeti’ndeki gibi, yozlaşma çağına girişimizin bir semptomu, faşizm öncesi ruh haline düşüşümüzün belirtisi mi? Ya da kişisel ilişkilerimizde, Amerikan bireyciliğinin acı sonuna mı tanık oluyoruz?” diye soruyor.
Miller, nasıl olup da coşkulu bir aşkla başlayan evliliklerinin %60’ının boşanmayla bittiğini, oysa “görücü usulü”yle yapılan evliliklerde, aynı çatı altında yaşamaya itilmiş çiftlerin birbirlerini sevmeyi öğrenebildiklerini anlamayı kendisine dert ediniyor. Ona göre sorumlu, yakınlıkları değil cinsiyetler savaşını destekleyen post-modern kültür ve bu kültürün ortaya çıkardığı duygusal kıtlık ortamındaki çiftler arasındaki iktidar ilişkileri... Üstelik bu iktidar mücadelesi, sevgi maskesi altında gizlenmekte; iktidar, demokrasi-dışı olarak görüldüğünden varlığı yadsınmaktadır.
Miller, Anthony Giddens’ın aksine, şimdiki duygusal ilişkilerin daha sorunlu ve hastalığa yatkın geleneksel aşk yaşantılarının ise daha hakiki ve samimi olduğu kanaatinde ve sürekli medyanın olumsuz rolüne vurgu yapıyor: “Medya, bizlere zengin ve ünlü kişilerle yakın olduğumuz izlenimi vererek bizleri her zamankinden daha fazla tahrik etmekten hoşlanır. Toplumun oyları ile katıldığı ‘Big brother’, ‘Pop star’ gibi TV programları, sadece yarışmacıların ünlü olma arzularını zalimce istismar etmekle kalmayıp izleyicilerini de başarıyla parmaklarında oynatmakta, istekleri doğrultusunda yönlendirmektedir, çünkü bu tür programların yaşam kaynağı, TV ekranındaki kişiler ile evlerdeki izleyiciler arasında gerçek, şeffaf, demokratik bir ilişki bulunduğuna inandırmaktır insanları. Bu yapay samimiyet, biraz röntgencilik ve tacizcilik içermesi bir yana, aynı zamanda sahtekârcadır, çünkü ekranda izlenenler her zaman gayet dikkatle, özenle süslenip, paketlenmekte ve denetlenmektedir” diyor.
Bunları okuyunca karşılıksız aşk vakalarının artmasını modern kent yaşamıyla alakalandıran; medyayı tacizcilik başta olmak üzere, modern aşk yaşantılarındaki felaketlerden sorumlu tutan Gregory Dart’ın “Karşılıksız Aşk” (Çeviren: A. Öztek, Ayrıntı Yayınları) kitabını hatırlıyorum. Ben de “Aşk Her Şeyi Affeder Mi?” kitabımda ayrıntılarıyla ele aldığım gibi, tüm bu görüşlerle hemfikirim. Medya ve dijital iletişim, hakiki aşk yaşantılarını değil aşk ideolojisini öne çıkartıyor, hastalıklı ilişkileri kışkırtıyor. Hepimiz bunu görüyoruz ama lakin elimizden fazla bir şey gelmiyor.