İttihat ve Terakki'ye de uyguladığı politikalara da kendimi yakın hissetmem ama ne bilerek soykırım işledikleri suçunu onlara yüklemeye ne de çürük bir diş gibi tarihimizden sökülüp atılmalarına gönlüm razı olur. Hele Sait Halim Paşa gibi hayranı olduğum münevverlerimizin (ki çeteler tarafından şehit edilmiştir), birçok noktada itirazları olmakla birlikte, onlarla saf tuttuğunu öğrendikten sonra bu tereddüdüm daha da artar. 1915'li yıllarda erişkin olsaydım, aklımın bir yanı Balkan Bozgunu'ndan
İttihat ve Terakki'ye de uyguladığı politikalara da kendimi yakın hissetmem ama ne bilerek soykırım işledikleri suçunu onlara yüklemeye ne de çürük bir diş gibi tarihimizden sökülüp atılmalarına gönlüm razı olur. Hele Sait Halim Paşa gibi hayranı olduğum münevverlerimizin (ki çeteler tarafından şehit edilmiştir), birçok noktada itirazları olmakla birlikte, onlarla saf tuttuğunu öğrendikten sonra bu tereddüdüm daha da artar. 1915'li yıllarda erişkin olsaydım, aklımın bir yanı Balkan Bozgunu'ndan sonra olanca gücümüzle yüklendiğimiz Çanakkale'de ve Doğu Cephesi'nde diğer yanı ise Van'da patlak veren Ermeni İsyanı karşısında iç savaşın önlenmesi için ne yapılması gerektiğinde olurdu ama tehcir kararını bir çırpıda onaylayamazdım. Haleti-i ruhiyem en çok tehcir kararını uygulamakta büyük tedirginlik yaşayan Osmanlı memurlarınkine benzerdi.
1915-1918 yılları arasında yaşananları, an be an izlediğimizde, iç dünyamız allak bullak olur, ille de bir isim vermemiz gerekse, “trajedi” demekle yetinirdik. Tehcir kararı ne akla ne vicdana sığacak gibi durmuyor doğru ama bugünden bakmanın rahatlığı içinde böyle düşündüğümüzü de hesaba katmalıyız. Savaşın içerisinde, büyük bir altüst oluş, bir ölüm-kalım kavgası, sıtma başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların amansız saldırısı, insanın aklının ve vicdanının, ruhunun ve bedeninin dört bir yana saçıldığı dehşet manzaraları yaşanmaktadır. İttihat ve Terakki'ye ne kadar nefret duyarsanız duyun, bakışlarınızı bir nebze fanatizmden kurtarıp nesnel olma gayretiyle olgulara baktığınızda, tehcir kararının öyle kolayca alınmadığını, devlet güçlerinin belli bir bilinçli plan çerçevesinde göç kafilelerinin imhası için uğraşmadıklarını görürsünüz. Ermeni çetelerinin tehcir kararı öncesi faaliyetlerini, hele hele 1918'deki Müslümanlara karşı giriştikleri intikam katliamlarını da akıl ve vicdan sahipleri görmezden gelemez.
Hal böyleyken, Türkleri, insafsızca, bilerek ve planlayarak Holocaust'u gerçekleştiren nazilerle bir ve aynı gören bir anlayışın yaygınlaşması için 1980 sonrası yoğunlaşan gayretkeşliğin sebebi ne? Cevap, Batılı Hıristiyan psikolojinin işleyişinde...
“Yahudi Soykırımı”yla birlikte, başta Alman toplumu olmak üzere, tüm Batılı Hıristiyan bilinç, ciddi bir suçluluk duygusuyla kaplandı. Zaten Hz. İsa'yı Yahudilerin elinden kurtaramamak, Engizisyon vahşeti ve tarihin en kanlı mezhep kavgaları nedeniyle suçluluğa çok yatkındı. Hıristiyan bilincin suçluluk duygusunu, Holocaust'a karşı yapılmış binlerce yayın, film vs. daha da kabarttı ve bu olaylarla hiçbir ilişkisi olmayan nesillerin vicdanlarını doldurdu. Suçlulukla dolu Hıristiyan bilinç, ancak kendi içlerinden bir mağdur bulup çıkarabilirse, tarihin bu ağır vebalinden kurtulma şansını yakalayabilirdi. Asırlarca küçümsedikleri ve gerçek (!) Hıristiyanlığı öğretebilmek için Osmanlı topraklarında misyoner okulları açtıkları Ermenileri yıllar sonra bağırlarına basmalarının ve “aslında biz böyle şeyler yapmayız ama Türklerden öğrendik” gibi çocukça bir düzeneğe sarılmalarının nedenleri arasında “Holocaust”tan kaynaklanan suçluluk duygusunun payı büyük.
Vatikan'ın birden bire Doğu Hıristiyanlarına ilgisinin artışında ve “yüzyılın ilk soykırımı” lakırdısını dillendirmesinde hem sözünü ettiğimiz suçluluğun hem de yeni teosiyasetin etkisi var. Ateizm, sekülerlik ve “new age” inanışlar karşısında sürekli gerileyerek güç kaybeden Katolisizm, kendisine bir alan açmaya çalışıyor.
Türklerin haksız yere Nazilerle özdeşleştirilmeye çalışılmasının bir nedeni de doğrudan doğruya Ermeni diasporasının psikolojisiyle ilgili. Çünkü onlar, çok ciddi kimlik krizi içindeler. Büyük çoğunluğu göç ettikleri bu ülkelerde etnik kimlik özelliklerini yitirmişler, Hayk kavminin milli mezhebi olan Gregoryenlikten vazgeçmişler. Türkiye'de Ermenilerin yaşadığını, onların Ermeni kimliği açısından kendilerinden daha iyi imkânlara sahip olduklarını biliyorlar. “Ermenistan” diye bir ülke olduğunu görüyorlar ama ne bu yoksul ülkeye ve ne de anavatanımız dedikleri Anadolu topraklarına asla gidip yerleşmeyeceklerinin pekâlâ farkındalar. Tarihleriyle ilgili olarak en iyi bildikleri şey, Türklerin kendilerine neler yaptıkları hakkında duydukları. 1915 tehcirinin acı hatıraları, olay tarihinden uzaklaştıkça, hayali dünyanın sonsuzluğuna karışıyor, her yeni nesilde katlanarak artıyor. Ortak belleklerinin ve kimliklerinin inşası için temel olabilecek bir “zafer nişanesi” de olmayınca, travmanın anılarına daha çok sarılıyorlar ve acılardan kimlik harcı oluşturuyorlar. “Türk düşmanlığı” onların erken çocukluk yıllarında, yetiştirilmeleri sırasında, bireysel kimliklerinin yapı taşı oluyor; üstelik kendilerine ait tüm olumsuzlukların boca edildiği bir rezervuar işlevi gören yapı taşı...
Tarihin ve coğrafyanın komşuluğu kader kıldığı biz Türkler ve Ermeniler, gerilim ve düşmanlık siyasetlerinin neler olduğunu, buradan gelecek nesillere aktaracağımız yeni düşmanlıklar dışında asla bir sonuç çıkmayacağını gördük. Artık yüzümüzü diyaloga, barışa, dostluğa çevirmenin vakti, geldi de geçiyor. Davutoğlu'nun dediği gibi: “Yüz yıl önce, sevinç ve hüzünde aynı kaderi paylaşmış iki halkın torunları olarak bize düşen ortak sorumluluk, yüzyılın yaralarını sarıp, insani bağlarımızı yeniden tesis etmektir.”
twitter.com/erolgoka
#Holocaust
#naziler
#1915 olayları