|
Nerede demleniyoruz?

Zaman diye bir şey icat etmeye ihtiyaç duyduk. Gündelik işleri sıraya sekiye sokmak için böyle bir soyut ayarlama, bu sanal kurgu gerekli gibi geldi bize. İşe de yaradı aslında. Ama sonra her şeyi o kendimiz icat edip kendimizi inandırdığımız zaman tarifi içinde anlamaya, anlamlandırmaya ve yaşamaya başladık. Bu bize özlemek ve ertelemek gibi kolayca aşırılığına düştüğümüz yeni alışkanlıklar getirdi. Geçmeyen pişmanlıkları ve sönmeye mahkum umutları canımızla besleyip durduk. Bu ikilem arasında gidip gelmek bizim bütün hayatımız oldu neredeyse, yaşadığımız ânı hep unuttuk. Geçmişin etkisinden kurtulamıyor, kendimizi bir türlü tam olarak yaşadığımız ânın içine çekemiyorduk. Geçmişin özlemini ve ağır yükünü aynı anda sırtımızda taşımaya çalışıyor, doğal olarak bunu yapamıyorduk. Bizi yordu ve içimizin belini büktü hep bu.

Bir taraftan da, yaşadığımız ânda olmayan, ulaşamadığımız her şeyi gelecekten beklemek yanlışına düştük. Bununla da yetinmedik; ertelemeyi bir imkan olarak gördük ve içinde bulunduğumuz ânda yapabileceğimiz pek çok şeyi öteleyerek ve yine öteleyerek elimizden kaçırır olduk.

Oysa hayatımız olan biten her şeyin içinden geçtiği (Evet, film şeridi gibi!) tek bir ândan ibaret... Geçmiş dediğimiz o anın hatıralarından oluşuyor, gelecek de hayallerinden... Gerçek olan o ân... Hep onun içinde yaşıyoruz ve ne olup bitiyorsa onun içinde oluyor. Elbet, ne yaşanmadan kalıyorsa da o ânın içinde ona bir yer bulamadığımız için.

"Âlemden maksat ademdir, ademden maksat o demdir" buyuruyor Hazreti Mevlânâ. Burada 'adem'den kasıt insan, bu sebeple küçük harfle başladım onu yazmaya. Bu cümlenin işaret ettiği hakikat, Adem Aleyhisselam'dan başlayarak bütün insanlarda ayrı ayrı tezahür eder. Buradaki 'ayrı ayrı' ifadesi de yine izah babında...

Geçmiş dediğimiz şey sıkı sıkıya dolu bir 'hafıza' aslında, yani içimizde hıfzettiğimiz bir şey... Yaşanmışlıklarla dolu ama belki daha çok yaşayamadıklarımızla... Gelecekse aslında bu hafızanın ters çevirimi gibi... Yaşanmışlıkları ve elbet yaşanamayacakları o ânın dışında bir yerde sunmayı vaat ediyor bize.

Şu belli; bir şeyin yaşanması için onu ânın içinde idrak edip hayata geçirmemiz gerekiyor. Ancak biz genellikle o sıra ya geçmişe kapılıp gitmiş ya her şeyi geleceğe bırakmak için kendimize çeşit çeşit bahaneler uyduruyor halde oluyoruz. Bu anlamda, her iki kavramı da hayatın bize oynadığı bir oyun, içine düştüğümüz bir tuzak, kapılıp gittiğimiz bir illüzyon gibi görsek hata etmiş olur muyuz? Geçmiş gördüğümüz bir rüya, gelecek kurduğumuz bir hayaldir desek; bunu böyle kabul etsek; ânın kıymetini bilmek konusunda iyi kötü bir zihin açıklığı imkanı çıkmaz mı ortaya bizim için?

"Ey Ademoğlu sakın ha erteleme! Zira bugün senindir, yarın ise senin değildir. Eğer yarını elde edersen tıpkı bugünü elde ettiğin gibi onu değerlendir. Eğer yarına çıkamazsan bugün yapmadıklarından dolayı pişmanlık çekmezsin" buyuruyor Hasan el-Basrî (k.s.) hazretleri... Bu ifade, 'dem bu dem' irfanının kendini farklı kelimelerle, farklı bir zevkle yeniden ifadesi... Bunun gibi nice irfanî söz, bu hakikate arif olanların dilinden adeta gül yaprakları gibi hikmet soframıza dökülmüş, mana ufkumuza pencereler açmıştır.

Bakıyor muyuz o pencerelerden sonsuza? Sürekli geçmişle oyalanıp, bütün topları geleceğe mi atıyoruz yoksa?

Neredeyiz biz tam olarak? Nerede yaşıyoruz? Solgun bir geçmişte mi, parlaklığı zihnimizi kamaştıran muhal bir gelecekte mi? Yoksa hakikat olan ânın, yani 'hayat'ın tam içinde mi?

#icat
#zaman
#Mevlânâ
2 yıl önce
Nerede demleniyoruz?
Kara dinlilerle milletin savaşı
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir