|
Bayram iğde ağacının gölgesindeydi

Bir bayram daha bitti

Umalım ki, bir sürü ufaklık için ömrü boyunca unutamayacağı hatıralar bırakmış olsun geride.

Hani Halit Kıvanç ve konukları tadında anlatılan “nerde o eski bayramlar” muhabbetlerinde mutlaka atıfta bulunulan, bir çift iskarpine arefe akşamından sarılıp yatmalardan tutun da, komşu teyzenin elini öpünce ceplere sıkıştırılan mendil içindeki çil çil ikibuçuk liralar tadında bir şeyler kalmıştır diye ümid edelim çocuklarımızın hayal dünyalarında..

Biraz da biz büyükler bayramların içini boşaltıyoruz galiba.

Son yıllarda memlekette bayram gelince tatile çıkma teraneleri baş gösterdi malumunuz.

Bu bayram “oğlum” dedim kendi kendime.. (ben bazen böyle kendi kendime oğlum, aslanım, koçum filan derim aldırmayın siz, galiba minibüslerde dolmuşlarda şoföre arka koltuklardan gönderilen paraları uzatıp ve/veya şoförün arka koltuklara iade edilmesi için tevzii ettiği para üstlerini sahiplerine iletirken ulusca zikrettiğimiz “buyur yenge”, “bi zahmet dayıya uzatıver”, “anne, buradan bi kişi mi”, “on lira ablanın yirmi lira eniştenin”, “amcaoğlu buradan bi ışıklar di mi” gibi hitaplarla hepimizi birbirimize akraba yapma merakımız sonucunda artık içimizden kendimizle konuşurken de bir yaftadır uyduruyoruz)

Evet, “oğlum” dedim kendi kendime, iki haftadır gazetede yazıyorsun, öyle masa başı yazılarla nereye kadar gidebilirsin?

Hadi çık araziye de araştır bakalım, vatandaş son yıllarda niçin halasına, eniştesine, babaannesine, bacanağına, eltisine değil de Marmaris''e, Datça''ya, Uludağ''a, Çeşme''ye, Bodrum''a, hatta hatta Venedik''e, Milano''ya filan gidiyor?

Hadi gitmesine gidiyor da, turla gittiği için yarı askerlik durumuna geçerek tur operatörünün “yat” komutuyla yatmaya, “kalk” komutuyla kalkmaya, “gez” komutuyla gezmeye, “bak” komutuyla müzelerde antin kuntin roma kalıntılarına bakmaya razı bir şekilde otel adı altında, bizim tarlabaşındaki iki yıldız otellerimize rahmet okutur viranelerde ikamet edip, bayram sabahı puslu otel pencerelerindenSan Marco meydanına bakaraktan “Ramazan bayramın kutlu olsun Faik abi” diye tuhaf bir bayramlaşma avanaklığına düçar oluyor?

Yeni edindiğim gazetecilik tecessüsü ile düştüm arefeden yollara.

O ne! Zaten herkes yollarda.

Vatandaş nerdeyse zil takıp oynayarak şehri terk ediyor.

Önce konduramadım. Herhalde dedim kendi kendime vatandaş memleketine gidiyor. Bu da ayrı bir araştırma konusudur şüphesiz: Madem bayramda seyranda, doğumda ölümde, düğünde kandilde yani en önemli günlerde memleketimize gidecektik; öyleyse neden Zile''den, Çamlıhemşin''den, Boyabat''tan, Nusaybin''den, Kemah''tan, Divriği''den ve diğer bir sürü yerden İstanbul''a göçtük? Değer miydi yav bunca zahmete eziyete?

Ama dedim ya, bu ayrı bir araştırma konusu.

Bu bayramda yollara düşüp, panik halinde bir yerlere gitme hususunda beni en çok İstanbul boğazını birbirine bağlayan iki güzelim köprümüzden geçenler duygulandırdı desem inanmazsınız siz şimdi!

Fakat hadise hakikaten dramatikti. Otobüsler, tramvaylar, otoyollar gibi köprülerden geçmekte bedavaydı ya, millet sanki yılların acısını çıkarıyor gibiydi. Çok sayıda araç, ücretsiz gişelerden geçip, sonra ilerden geri dönüp tekrar tekrar geçiyordu. “köprüden bedava geçme” durumu, adeta lunaparkta çarpışan arabalara binmek kadar ilgi çeker bir hale gelmişti.

“Remzi!.. Bak bak! Dördüncü bu benim geçişim.. Bi de OGSlerden geçeyim bari.. Bakalım ordan geçmek nasılmış” ya da “Ayla abla, KGS''lerden de geçin.. Oranın tadı bi başka güzel” gibilerinden birbirlerine otomobillerin camlarından nazire yapanlarla doluydu köprü gişelerinin önü.

Vay be dedim yine kendi kendime. İki tane küçük tahta parçası ile bir uzun sopadan dünyanın en keyifli oyunlarından biri olan çelik çomağı icad eden memleketim insanı, “bayramda köprü geçişleri ücretsiz” uygulamasını da nasıl bir festivale çevirmişse, Devreğin baston, Akşehirin Nasrettin hoca, Taşköprü''nün sarımsak festivalleri bile renksiz kalıyordu yanında.

Doğrusu umutlandım, bize kolay kolay bir şey olmazdı. Bu kadar yüksek moral değerlere ve pireyi deve yapma yeteneklerine sahip olduğumuz sürece sırtımız yere mi gelirdi!

Ne var ki Gebze''den sonra işin rengi değişti.

Bir-iki ufak kaza nedeniyle İstanbul Ankara otobanı kilitlenip, hafta içi akşam trafiğindeki Kabataş-Beşiktaş etabı gibi araçlar dur kalka başlayınca sinirler gerildi.

Önce eller kollarla sonra da camları açıp naralar atarak bağrış çağırıştır başladı.

Acar gazeteci sezgisi ile işin renginin kötüye çaldığını hissederek, Hereke''den saptım.

Bir şose yol bularak rastgele sürdüm otomobilimi. Yol beni şirin bir Körfez köyüne çıkardı. Geceyi orda geçirdim. Bayram namazında bir köy dolusu güzel insanla saf tutup içime derin derin iğde ağaçlarının kokusunu çektim.

Namazdan sonra da caminin önünde sıra olup birbirimizle doyasıya bayramlaştık.

Ben, bayramı adını vermeyeceğim Hereke-Körfez arasında bir köyde idrak ettim anlayacağınız. O nedenle Marmarise, Datçaya gidenlerin ya da gitmeyi deneyenlerin neler yaşadıklarını gözlemleyemedim.

Ama çok isterseniz, Gebze''den başlayıp ta Kars''a, Van''a, Bitlis''e kadar uzanan vatan coğrafyasında, yani Anadolumuzda, küçük köy cami önlerinde bayramın ne anlama geldiğini ve nasıl yaşandığını bir ara anlatırım size.

Bakarsınız Kurban bayramında Malta Adası ya da Paris yerine Kütahya''nın bir köyüne tanrı misafiri olmaya karar verecek birine vesile olurum.

Bizden ümit kesilmez!

17 yıl önce
Bayram iğde ağacının gölgesindeydi
Vefalı olmak ya da olmamak...
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim