|
Çekingen ziyaretçiler

Mısır merkezli Şiî-İsmâilî Fâtımî devletinin altıncı halifesi / hükümdarı Hâkim Bi-Emrillâh (985-1021), dengesiz davranışlarıyla ünlüydü. Ani öfke nöbetlerini sınırsız mutluluk anları takip eder, böyle zamanlarda ne yapacağını kimse kestiremezdi. Babası Azîz-Billâh’ın ölümüyle henüz 11 yaşındayken tahta oturan Hâkim, Kahire çarşılarında eşekle gezinir, eline geçirdiği bir kılıçla herhangi bir insanın kellesini uçurur, yarattığı dehşeti keyifle izleyerek yoluna devam ederdi. Teravih namazlarını yasaklaması, Kudüs’teki ünlü Kıyâme Kilisesi’ni yağmalatması, Nil’de kayık gezintilerini engellemesi, Kurban Bayramı dışında sığır kesilmemesini emretmesi, onun çok sayıda garip icraatının sadece bazılarıydı. Ömrünün son yıllarında ilahlık iddiasına bile kalkışan Hâkim, 13 Şubat 1021 gecesi Kahire’deki Mukattam tepesinde -yine eşek sırtında- çıktığı gezintiden geri dönmedi. Bazı tarihçiler, kendisinin, kız kardeşi Sittu’l-Mülk tarafından öldürtüldüğünü ileri sürer.

Hâkim’in torunu Mustansır-Billâh’ın 1094’teki ölümünden sonra, oğulları Nizâr ve Musta’lî arasında siyasî ve dinî verasetin kime geçtiği konusunda anlaşmazlık yaşandı. Nizâr’ın, kardeşi Musta’lî tarafından öldürülmesi, anlaşmazlığı kan davasına dönüştürürken, İsmâilî Şiîlik, “Nizârîler” ve “Musta’lîler” şeklinde iki ana akıma bölündü. İsmâilîlik, Ca’fer-i Sâdık’tan sonra imametin, oğlu İsmail’e geçtiğini savunanlarca kurulmuş bir fırkaydı. Diğer oğul Mûsâ Kâzım’ın imametine inanan Şiîlik “On İki İmam Şiası” olarak bilinirken, İsmâilîlik marjinal azınlığa dönüşmüştü. Mustansır-Billâh’tan sonraki bölünme, fırkayı bir kez daha parçalara ayırıyordu.

Meşhur Hasan Sabbâh’ın da mensubu olduğu Nizârîler, bugün “Ağa Han” unvanlı liderlerinin kontrolü altında, dünya çapında sayıları 20 milyonu bulan, seküler ve elit bir cemaat. Musta’lîler ise 2 milyon civarındaki mevcutlarıyla, İsmâilîlerin içinde azınlığı oluşturuyor. Musta’lîlerin ekseriyeti de, Hindistan merkezli Dâvûdî Buhra cemaati. Yine bir cemaat içi parçalanmada kendilerini Dâvûd bin Kutubşah’a (ö. 1612) nispet eden Dâvûdî Buhra’nın erkek üyeleri, Nizârîlerin aksine, dışarıdan görenlerin hemen tanıyacağı şekilde, karakteristik kıyafetleriyle dikkat çekiyor: Başlarında altın sarısı desenleri olan beyaz bir takke, beyaz bol elbisenin üzerinde yine beyaz bir cübbe... “Dâî el-Mutlak” unvanlı Mufaddal Seyfuddîn’in (d. 1946) yönetiminde, yekpare bir cemaat olarak yaşayan Dâvûdî Buhralar, özellikle ticaretteki etkinlikleriyle tanınıyor. Zaten “Buhra” takısı da Hindistan diyarında “ticaret / ticaret yapmak” anlamlarına işaret ediyor. Cemaatin resmî yayın organlarında, mensupları şu vurgularla tanıtılıyor: “Yaşadıkları ülkelerin kanunlarına itaatkâr, eğitimli, zihinsel ve fiziksel açıdan sağlıklı, çevreye saygılı, diğer inançlara dost, kadının güçlendirilmesinden yana…”

Mümkün olduğunca sadeleştirmeye ve kolay anlaşılır hale getirmeye çalıştığım bu tarihî detayları aktarma sebebim, geçtiğimiz hafta sonu Kudüs’te şahit olduğum bir manzaraydı:

Kalabalık sayıda Dâvûdî Buhra grupları Eski Şehir sokaklarında ve Mescid-i Aksâ’da boy gösteriyordu. Daha önce bir kez El Halil’de, Halîlurrahman Camii’nde toplu halde rastlamıştım, ama Kudüs’te ilk defa bu kadar çok Dâvûdî Buhra görüyordum. Cemaatle namaza hiç iştirak etmediler. Aksâ’nın bir köşesinde toplanıp, başlarındaki liderlerin sohbetini dinlediler. Şehirdeki Müslümanlarla herhangi bir şekilde iletişime geçmemeleri de dikkatimden kaçmadı. Zaman zaman selam vermeye çalıştım, göz teması bile kuramadık.

İsmâilî cemaatinin diğer fırkaları gibi, Dâvûdî Buhralar da, İngiltere başta olmak üzere Batılı ülkelerle son derece sıkı irtibatlara sahip. Özellikle “Dâî el-Mutlak” liderlerin, Müslümanların çeşitli sıkıntılar çektiği ve baskılarla karşılaştığı ülkelerin yönetimleriyle bile son derece dostane ilişkiler geliştirebildiği biliniyor. Dolayısıyla, söz konusu Kudüs ziyaretlerinin “kontrol dışı” olması zor görünüyor.

Acaba Kudüs’ü hangi duygularla adımlıyorlardı? 1187’de şehri Haçlı sürülerinden temizleyen Salahaddîn Eyyûbî, aynı zamanda Fâtımî devletini de yıkan isim olduğundan, İsmâilî Şiîler nezdinde nefret objesi durumundaydı zira. Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Ömer, zaten onların gözünde “Ali’nin hakkı olan hilafeti gasp eden” isimdi. Yavuz Sultan Selim deseniz, keza “Şiî düşmanı” olarak değerlendiriliyordu. Kudüs’ün tarihinden Hz. Ömer’i, Salahaddîn’i ve Yavuz’u silip çıkarınca, geriye ne kalıyordu?

Ve Kudüs’ü kimin işgali altında görüyorlardı? İsrail’in mi, yoksa Sünnîlerin mi?

#Hâkim Bi-Emrillâh
#Kudüs
#Salahaddîn Eyyûbî
1 year ago
Çekingen ziyaretçiler
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak
Târihin doğru yerinde durmak