|

“Bizim Üstad’la ilişkimiz hiç kesilmedi”

Geçen ay vefat eden gazetemizin yazarlarından, Türk edebiyatının usta kalemi Rasim Özdenören, daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan bu söyleşisinde talihsiz senaryolarını, Cahit Zarifoğlu’na dair bitmeyen kitabını, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la ilişkilerinin arkaplanını anlatıyor.

00:00 - 15/08/2022 Pazartesi
Güncelleme: 22:00 - 14/08/2022 Pazar
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
MEHMET NEZİR ERYARSOY

23 Temmuz Cumartesi günü aramızdan ayrılan Rasim Özdenören ile birkaç yıl önce onun evinde yaptığımız bu mülakat, tüm söyleşilerinin yayımlanacağı kitabın son mülakatı olacaktı. Rasim ağabeyin titizliği “Söyleşiler”in yayımının bugünlere kalmasına neden oldu. Maalesef kitap yayımlanmadan Rasim ağabeyi kaybettik. 10 kitaptan oluşacak “Söyleşiler” Eylül ayından itibaren ayda bir kitap halinde İz Yayınları tarafından yayımlanacak. İşte Yeni Şafak Kitap okurları için uzun soluklu bir söyleşiden seçtiğimiz tadımlık parçalar…

Sayın Rasim Özdenören, siz günümüz Türk hikâyesinin köşe taşlarından birisiniz hiç kuşkusuz. Bunun yanı sıra bazı senaryo denemeleriniz olduğunu da biliyoruz, farklı mülakatlardan okuduğumuz kadarıyla. İlk sorumuz bu senaryo çalışmalarının akıbeti üzerine olsun istedik?

Maalesef bizim gerek yazdığımız sinopsisler gerek tümüyle yazıp bitirdiğimiz senaryolar konusunda hiç talihimiz olmadı. Hatta bunların bir kısmı sipariş verilmiş senaryolar olmasına rağmen bugün hiçbiri yok elimde. 1960’lı yılların başlarında rahmetli Cahit (Zarifoğlu) rahmetli rejisör Nevzat Pesen’in yanında asistanlık yapmaya başlamıştı. Cahit’e hayırlı olsuna gittiğimde, beni hikâye yazarı olarak tanıtınca, “Bizim de Marmara Bölgesi’ni tanıtacak hem belgesel hem dramatik bir senaryoya ihtiyacımız var, yazabilir misin?” diye sordu Nevzat Pesen. Kabul ettim. Ne kadar sürede yazabileceğimi sorunca “Bir daktilo, bir kâğıt ver, hemen yazarım.” dedim ve oturduk yazdık. Beş on sayfalık bir sinopsis yazdım, o da hâlâ hafızamdadır. Beğendi, bir süre sonra hanımı geldi odaya, okudu senaryoyu. “Bizim buna gücümüz yetmez, çok pahalı olur bu.” dedi. Öylece kaldı senaryo onlarda. Daha doğrusu sinopsis, senaryonun hikâyesi. Basit ama hem belgesele yakın hem de konusu gerilim olan bir senaryoydu. Daha sonra bize verilen bir bilgi -yanlış doğru bilmiyorum, tahkik etme imkânımız da yok, ihtiyacımız da yok- o sinopsisin film yapıldığını söylediler.

KİTABIN İLGİNÇ KADERİ

Cahit Zarifoğlu’ndan bahsetmişken; yine daha önce verdiğiniz bir mülakatta onun hakkında başlayıp da bitiremediğiniz bir kitap olduğunu söylüyorsunuz; o kitap hakkında bilgi verir misiniz, bitti mi, yazmaya devam ediyor musunuz?

O kitap, o tarihte bırakıldığı yerde duruyor hâlâ, en ufak bir ilerleme olmadı. Çok ilginç bir kaderi var o kitabın aslında. Bir harita metot defteri aldım; muhtelif zamanlarda, muhtelif yerlerde yirmi otuz sayfa kadar yazdım fakat her defasında bir engel çıkıyor. Neticede dedim ki en iyisi yıllık iznimi alayım, yıllık iznimde bu kitabı tamamlayayım. Elle yazıyordum, tükenmez kalemle. Cahit’in kardeşi rahmetli Sait o zaman hayattaydı. Ondan ve kız kardeşinden notlar aldım, Cahit’in annesiyle de görüşecektim. Pazartesi sabah masanın başına oturup Bismillah dedim ki kapının zili çaldı. Baktım dayımızın kızı gelmiş, hastaymış. Neticede 15-20 günlük yıllık iznimi -helali hoş olsun- onun hastane işlerine tahsis etmiş oldum. O kitap hala öyle duruyor. Fakat o haliyle epeyce dolaştırdılar, Cahit’le ilgili bazı yüksek lisans tezlerinde kullanıldı.

“AKTÜEL SİYASET YAZMAYIN”

Hocam, Necip Fazıl’la tanışıklığınıza değinmek isteriz biraz da. Büyük Doğu’da olan yazılarınızı, o süreci biliyoruz gerçi. Ama bir gün geliyor Necip Fazıl’a bir mektup yazma gereği duyuyorsunuz. Merak ediyoruz, bu mektubun neden yazıldığını? Sonrasında tabii size yapılan eleştiriler de var, Necip Fazıl’a sırtınızı döndüğünüz şeklinde. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu olay 1977 yılında oldu. Aslında bizim o mektubumuz, rahmetli Üstad’ı da kayıran bir mektuptu. Üstad, Büyük Doğu’yu çıkaracağını söyledi, bizlerden de yazılar istedi. “Mümkünse birkaç yazıyı bir arada gönderin.” dedi. Ben de öyle yaptım, birkaç yazı birden gönderdim. Akif, Alâeddin ve Erdem de gönderdiler. Dergi, 1977 yılının Mart veya Nisan ayında çıkmaya başladı. Dergi çıkmadan önce de biz Üstad’ın sohbetlerinden mevcut iktidar hakkındaki kanaatini biliyoruz; kendisine karşı kimin nasıl davrandığını, onlara karşı olan duyarlılıklarının ölçüsünü, mahiyetini biliyoruz. Bütün bu bilgilerin ışığında Üstad’a “Mümkünse aktüel siyasetle ilgili yazılar yazmayın.” dedik dergide. O da “Zaten bizim aktüel siyasetle ilgimiz yok, biz istikbale bakıyoruz.” dedi.

Hocam, burada izninizle araya girerek Üstad’ın aktüel siyasetle ilgili yazılar yazmasını neden istemediğinizi sorsak?

O tarihte dört parti var birbiriyle yarışan: Demirel’in yönetimindeki Adalet Partisi; CHP, Ecevit’in yönetiminde; Alparslan Türkeş’in yönetimindeki MHP ve bir de Erbakan Hoca’nın yönetimindeki MSP. Biz bu dörtlü içinde tercihimizi MSP lehine yapmışız. Çünkü iyi veya kötü, İslam’a doğrudan nispeti olan tek parti o. Eğrisiyle doğrusuyla en azından bizim fikirlerimize teğet geçiyor. Yani doğrudan MSP gibi düşünmüyorsak da İslam’ı terennüm eden tek parti o. Hâlbuki Üstad, muğber olarak Millî Gazete’den ayrıldı, Erbakan’a muhalefet gösterdi. Muhalefet edebilir fakat bu muhalefeti, diğer muhaliflerin nezdinde durarak yapmaması lazım. O zamanki kanaatimiz öyle, şimdiki kanaatim de böyle gerçi. Necip Fazıl, bu ülkenin bir mütefekkiri olarak, MSP’ye muhalefet etsin. Nitekim Millî Gazete’de yazarken o muhalefeti de söylüyordu ancak oradan ayrıldıktan sonra Alparslan Türkeş’le, Demirel’le yan yana gelerek yaptığı muhalefet ise kabul edilebilecek bir şey değildi.

NECİP FAZIL’A AÇILAN TELEFON

Demirel’le ilgili ‘Kömürden Elmasa’ diye bir yazı yazıyor sanıyorum Büyük Doğu’da?

O sonraki olay. Ben en baştaki, yani dergi daha çıkmadan evvelki durumu anlatıyorum ki Üstad’a bizim niye öyle söylediğimizin manası ortaya çıksın. Üstad’ın bu durumunu biliyoruz ve o muhalefet de yanlış bir muhalefet. Hatta Üstad’a evinden çıkmamasını söylerken, aslında “Siz bu adamların yanına gitmeyin, ihtiyacı olan size gelsin, fikir danışsın, siz onlara akıl öğretmeye gitmeyin, siz onlara fikir öğretmeye gittiğiniz takdirde sıradanlaşırsınız.” demek istedik. İşte dergi çıkarmaya karar verdiğinde de bunları, beraber giderek tekrar anlattık. Fakat dergi çıktı, ilk sayısında “Kömürden Elmasa” diyerek Demirel’i anlatıyor. Üstad’a telefon açtık, hani yazmayacaktın böyle yazılar diye. Üstad, “Ya, bunca yıl susmuşuz, bir yazı yazmışız, çok mu?” dedi. Biz de “Üstad, çok değil ama bu yazıların şu arada yeri değil.” dedik.

Telefonu kim açıyor Üstad’a, siz mi?

Hep beraber açıyoruz; ama telefonda konuşan Akif İnan. Biz de yanındayız, karşıdan gelen Üstad’ın sesini de işitiyoruz.

Cahit Zarifoğlu da yanınızda mı?

Tabii, o da yanımızda. Zaten bu telefonları bizim Akabe’nin, Mavera dergisinin bürosundan açıyoruz. O senenin mart ya da nisan ayındayız. Haziranda seçim olacak. Biz Yeni Devir gazetesinde yazı yazıyoruz. Yeni Devir, MSP sponsorluğunda çıkıyor. Yani biz, bir taraftan Yeni Devir’de yazıyoruz; fakat bir yandan “Kömürden Elmasa” başyazısıyla Demirel’i öven bir derginin içinde de yer alıyoruz. E, o zaman biz kimiz! Yani MSP’yi mi ilzam ediyoruz yoksa Demirel’i mi? Bizim pozisyonumuz da sıkıntılı bir hale giriyor tabii. Kişisel bazda Üstad bize ne diyorsa onlara bir itirazımız yok; ama burada kamuoyuna dönüldüğü takdirde seni de bir ölçüde bağlamış oluyor yazılanlar. Neyse, ikinci bir yazı daha yazdı, şu an onun başlığı hatırımda değil, orada da Türkeş’i yere göğe sığdıramıyor. Telefon açtık yine, Üstad dedik, yazmayacaktın? “Canım, iki yazıyla bir şey mi olur?” dedi. Üçüncü yazıyı da yazdı. Bu defaki Erbakan’ın aleyhine bir yazıydı. Yine telefon açtık, Üstad dedik bu iş böyle olmuyor, biz bu durumu tasvip edemiyoruz.

MEKTUPTAKİ İMZALARIN HİKAYESİ

Bu telefon konuşmalarını hep Akif İnan mı yapıyor, üçünü de o mu yaptı?

Evet, ortaklaşa karar veriyoruz; ama telefonda konuşanımız Akif İnan. Üstad’tan Büyük Doğu dergisi için verdiğimiz yazıları iade etmesini istedik. Üstad, işte durun, sabredin falan diyerek bizi teskin etmeye çalışıyordu. Bunun üzerine o bahsettiğiniz mektubu yazdık.

Peki, iade ediyor mu yazılarınızı?

Yazıları iade edip etmediğini hatırlamıyorum; ama “Zaten yayımlamayacaktım.” diye yazılmış bir notu var, o not kimdedir, bilmiyorum, Akif’te olabilir. Neyse, Üstad’a sizin de bahsettiğiniz o mektubu yazarken dergide bulunan Reşat Aksoy, “Bu mektubun altına ben de imza atayım.” dedi. Kendisi o sırada Konya milletvekili. Bahri Zengin de Erbakan Hoca’nın yakınında duran birisi, “Ben de imzalamak istiyorum.” dedi mektubu. Cahit ise “Benim adım yazılsın ama ben imzalamayayım.” dedi.

Cahit Zarifoğlu’nun tavır koyduğu, bilerek imzalamadığı söyleniyor o mektubu?

Onun aslı farklı; “Benim Üstad’la ayrı bir hukukum var, müstakil bir hukukum var.” diyerek imzalamadı mektubu. Nikâh şahidi olmasıyla ilgili bir durum. O hukuk da yine fakirden kaynaklanıyor tabii. Cahit’i Üstad’a biz götürmüşüz, Üstad’ın nikâha çağrılma fikri gene bizden çıkmış. Cahit ona riayet ederekten Üstad’ı nikâh şahidi olarak çağırmış. Bunları biz söylemesek bilinmiyor. Nitekim şu ana kadar da bilinmiyordu bu. Yani Cahit’in dünürü benim aslında. Sağda solda bir sürü şehir efsaneleri, abuk sabuk bir sürü bir şey söyleniyor. Nitekim baştan sona seyretmediğim “Yedi Güzel Adam” filminde de Üstad, Cahit’i karşısına almış güya. Üstad’ın tabiatına aykırı öyle bir şey. İşte “Rasim evlendi, sıra sana geldi, sen de evlen, işte evlenmede gecikme…” şeklinde Cahit’e nasihatler veriyor falan… Üstad, Cahit’i unutmuş gitmiş.

Üstat’a yazılan mektuba dönecek olursak Hocam; mektup yazılıp imzalandıktan ve gönderildikten sonra Üstat’la ilişkileriniz nasıl gelişti?

Bizim Üstad’la ilişkimiz hiç kesilmedi. Üstat bize muğber gibi duruyor ama gene de Ankara’ya geldiğinde bizi arıyor, Akif’i arıyor. Daha çok Akif’te kalıyor, şeker hastalığı vardı, orada kendini daha rahat hissediyor. Ara ara da bizim evde kalırdı. Tabii İstanbul’a gittiğimizde ben de uğruyorum ona. En son Üstad’ın ölümünden beş on gün önce evine, ziyarete gittim. O da her defasında bize hüsnü kabul gösterirdi. Hatta gitmediğimiz, uğramadığımız zaman sitem ederdi, niye gelmedin diye. Bizim o mektubumuzu Ergun Göze de dâhil olmak üzere Üstad’ın okumadığı kimse kalmamış, bakın işte bizim çocuklar bana böyle bir mektup yazmış diyerek.

SEZAİ KARAKOÇ İLE TANIŞMA

Sayın Hocam, siz Sezai Karakoç’la da başlarda büyük bir dostluk kuruyorsunuz. Sonraki yıllarda ne oluyorsa bu dostluk bir inkıtaya uğruyor. Onu da sormak istiyorum. Ancak önce bize Sezai Karakoç’la tanışmanızdan söz eder misiniz?

1962 yılında Nuri Pakdil asker olarak kıta hizmetini yapmak üzere Bitlis’e gitti. Bitlis’ten bana sık sık mektup yazıyor ve benim Sezai Karakoç’la tanışmamı istiyor. Bana “Sezai Karakoç’la tanış, şu anda Karaköy’de vergi dairesinde bulunuyor ve neticeden bana da bilgi ver.” diye yazıyor. Biz de bir türlü yolumuzu oraya düşüremiyoruz. Bir de benim insanlarla tanışma hususunda bir çekingenliğim var tabii. Bir cumartesi günü -o tarihlerde cumartesi günü yarım mesai var, sabahtan öğleye kadar- gittik. Cahit Zarifoğlu da bizim evimizde, Alâeddin’le zaten aynı evde kalıyoruz o tarihte. Neyse, Karaköy vergi dairesindeki kapısını vurduk üçümüz. Sezai Karakoç mütevazı, boynunu içine çekmiş, ceketi ilikli. Dostoyevski’nin İnsancıklar romanında tarif edilen on dördüncü dereceden memurlar var; ceket bir tarafta, kravat doğru düzgün bağlanmamış, düğmesi koptu kopacak gibi. Hatta o romandaki memurun düğmesi kopar, kopar ve yuvarlanarak amire doğru gider. Bu da her hamlesinde düğmeyi yakalamaya çalışır, yakalayamaz ve kendisini birdenbire amirin ayağının dibinde bulur. Eyvah memuriyetten atılacağız, endişesiyle kan ter içinde kalır. Bir başka memur daha vardır o romanda, amirine bir dosya imzalatacak. Dosyayı imzalatmaya çalışırken amirinin kulakları dikkatini çeker. Der ki içinden; ya bu adamın çoluk çocuğu var, şimdi bebelerinden birisi bunun kulağını ısırsa adam hoşlanır, ben ısırsam belki beni memuriyetten atar. Böyle kafasının içinde alıp verirken, adamın kulağını hart diye ısırır, kendisini de kapının dışında bulur. Adamı çıldırmış diye işinden atarlar. Sezai Karakoç, haşa cenabından, ilk intibaı insanın üzerinde böyle izlenim bırakan birisi.

Sizi nasıl karşıladı Sezai Karakoç?

“Buyurun” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hoş geldiniz.” falan diyerek bizi içeriye aldı. Odada bir tanıdığı, akrabası vardı. O kişi, bir ara Diriliş dergisinin yazı işleri müdürlüğünü de yürüttü, derginin o sayılarına baktığımızda ismini çıkartabiliriz. O kişi gidince biz üçümüz Sezai Karakoç’la yalnız kaldık. Tekrar bize isimlerimizi sordu, asıl tanışmaya geçtik. Biz kendisine tekrar Nuri Pakdil’in selamını söyledik. “Ben de Nuri Pakdil’e Üstad’ın gazete kupürlerini gönderecektim.” dedi. Üstad, Balmumcu’dan tahliye olmuş; tarih, 1962 yılı Mart ayı. Üstad’ın kaleminin dışında bir geçim kaynağı yok. Son Posta diye bir gazetede yazı yazıyor. O yazılardan birisi de kendisinin Bedii Faik’le atışmasını içeriyor. Sezai Karakoç, çekmecesinden o yazıları çıkarttı. Makasla değil de eliyle koparta koparta kesmiş, beş on tane gazete kupürü. “Bunları Nuri’ye gönderecektim.” dedi. Sonra Üstad’tan laf açıldı. Necip Fazıl’ın niye mahkemeye düştüğünü, suçsuz olduğunu falan anlattı. Derken olay 27 Mayıs İhtilali’ni değerlendirmeye geldi. O kadar ilginç şeyler söylüyor ki, az önce anlattığım o süklüm püklüm gibi görünen adam, konuştukça devleşiyor. Bizim hayatta hiç rastlamadığımız yorumlarla, yaklaşımlarla olaylara bakıyor.

#Sezai Karakoç
#Cahit Zarifoğlu
#Rasim Özdenören
2 yıl önce