|

Kadir Daniş: Karakterler umutsuz ama ben umutluyum

Öykü kahramanlarından yola çıkan Kadir Daniş, “Karakterler ne kadar umutsuzsa, ben de bir o kadar umutluyum. Okura da bunu söylemeye çalışıyorum aslında: Bak, ne kadar umutsuzlar, haksız da değiller, her şey çok güzel olmayacak, ama gene de umutlu olmaya hakkımız var, dahası bu elzem de” diyor.

Hatice Saka
04:00 - 15/03/2023 Çarşamba
Güncelleme: 00:33 - 15/03/2023 Çarşamba
Yeni Şafak
Kadir Daniş.
Kadir Daniş.

2021 Necip Fazıl Kısakürek “İlk Eserler Ödülü”nü romanlarıyla alan Kadir Daniş 1994 doğumlu genç bir yazar olmasına rağmen kısa sürede hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaştı. Edebiyat dünyasında büyük beğeni toplayan romanlarından sonra bu defa okurunu Ketebe Yayınları arasında çıkan “Belki de Yanlış Bir Leyla” isimli öykü kitabıyla selamlıyor. Daniş’le yazma hikayesini ve kitabını konuştuk.

“Karun’un Yoksulları” bu öyküde toplumsal bir eleştiriyi kutsal kitaplardan alıntılarla, Peygamberlerin sözleriyle anlatmışsınız. Kur’an-ı Kerim ayetlerine, hadislere, İslam tarihine, kıssalara ve menkıbelere dönük öyküler yazıldı. Sayıları çok değil ama o öyküler de genellikle kasaba edebiyatı olarak nitelendirildi. Kitaptaki “Karun’un Yoksulları” öyküsünde İslami duyarlılığın farklı bir boyutunu görüyoruz. Bunu biraz açar mısınız?

Yazarlarımızın anlatmak isteyebileceği bütün hayat ve insanlık gerçeklerinin bir şekilde peygamber kıssalarında olduğunu düşünüyorum. Zaten, yalnız peygamber kıssaları değil ama, kıssalar ve meseller böyledir; evrensel gerçeklere dayanırlar. Ben de Karun’un Yoksulları’nda sosyolojik olarak evrensel bir nüveye ulaşmaya, her zaman karşılaşılan insan davranış örüntülerini keşfetmeye çalıştım. Diğer yandan inançlı bir yazarın temel metinlerinin dini ve kültürel geleneğimizdeki metinler olması gerektiğini düşünüyorum. Bu metinlerle o kadar haşır neşir olmalıyız ki onların dümen suyundan gittiğimizi, onların ağzıyla konuştuğumuzu fark bile etmemeliyiz. Bir başka yazardan öğrendiğim bir örnek vereyim; biraz indirgemiş görüneceğim ama okur ne demek istediğimi anlamaya çalışsın: Günlerdir yiyip içmediği için bedenen çökmüş, aklı başında olmayan bir adam düşünelim. Bu adama birisi “Sen melek misin, niye yiyip içmiyorsun, bu kadar zulmetme kendine,” diyebilir. Ama bir başkası da “Zombiye döndün iyice, yeme içme yok, ne hale gelmişsin,” diyebilir. Birinin meleğe benzettiğini diğeri zombiye benzetiyor. Umarım anlatabilmişimdir.

İmkanı olmadığı için hayal kurmamaya çalıştığını söyleyenler, hiçbir kızın onu sevmeyeceğine emin olduğundan aşık olmaktan korkanlar, anlatacak meramı olup ne yaparsa yapsın anlaşılmayacağını düşünenler öykülerdeki bazı kahramanların bu umutsuzluğunu neye bağlıyorsunuz?

Hayata. Hayat, dünya, toplum, yahut içinde yaşadığımız kaotik sosyo-psiko-ekonomik evrenin adı neyse o. İnsanları o hale getiren işte bu evren. Kendimce gördüğümü yazıyorum. Ama karakterler ne kadar umutsuzsa, ben de bir o kadar umutluyum; okura da bunu söylemeye çalışıyorum aslında: Bak, ne kadar umutsuzlar, haksız da değiller, her şey çok güzel olmayacak, ama gene de umutlu olmaya hakkımız var, dahası bu elzem de.

AHLAK EN ÇOK BAŞARIYLA SINANIYOR

“Mutlu Yaratık” kitaptaki en uzun öykü ve edebiyat dünyasına sert eleştiriler var. “Önlerine konan gıdayı yemediklerini görüp putlarımızın ne mal olduklarını anlamak, başlarındaki kuş pisliklerini temizlemekten daha, çok daha zordur.” Edebiyat dünyasında ilahlaştırma konusuna değinmeye nasıl karar verdiniz?

Ahlak en çok başarıyla sınanıyor tecrübeme göre. Gücün yozlaştırıcı etkisi herkesin malumudur. Ben de bir güç mücadelesini, bir ahlak/ahlaksızlık hikayesini kaleme almak istedim. Bunu şimdiye kadar çoğunlukla yapıldığı üzere macera, savaş, mafya vesaire üstünden değil hayatın içinden kurgulamayı tercih ettim. Böylesi daha sahici, daha gerçek geldi. İlahlaştırma konusuna gelince… Kimse yozlaşırken bilerek, haydi yozlaşayım diye yozlaşmıyor. Yozlaşana suçsuzluk atfetmiyorum burada. Sadece şunu söylüyorum: Yandığımız ateşe yalnız biz odun taşımıyoruz, başkaları da taşıyor. Çok başarılı birisi kendisini ilah zannediyorsa, muhtemelen etrafında ona gerçekten ilah muamelesi yapanlar da vardır.

Orhan Kemal’in, Çikolata öyküsünde mahallenin yoksul çocukları, zengin kızın yiyip yere attığı çikolata yaldızını gizlice aldıktan sonra gözyaşları içinde yalarlar. Orada çikolata, sosyal sınıflar arasındaki uçurumu anlatmak için kullanıldı. Sizin kitabınızda Burhan Daver için ise pirzola sadece sınıfsal bir mesele olmaktan çıkıp yaşama amacı haline dönüşüyor. Dursun Karsüleymanoğlu’nun hayatının dönüm noktalarında halka tatlı var. Sizin öykülerinde yiyecekler ve toplumsal sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl anlatırsınız ?

Yiyeceklerin sosyoekonomik yaşantıyla mutlak surette bağlantılı olduğu, bunun da ister istemez öykülerime yansıdığı gerçek, inkar edemem. Ama bana hayatın en temel unsuru, canlıların da en temel güdüsü beslenmekmiş, karnını doyurmakmış ve bütün “olay” bunun üstünden dönüyormuş gibi geliyor. O yüzden bir: Yiyecekler benim için çok önemli. Yıllardır elimden geldiğince insanların ne yediğini, nasıl yediğini ve neden o şeyi o şekilde yediğini gözlemlemeye çalışıyorum. Ve iki: Yiyeceklerden bahsettiğimde onlara yalnızca sosyoekonomik anlamlar yüklemiyorum. Çok daha farklı şeylerin de sembolü olabiliyorlar. Mesela Burhan Daver’in hikayesi yalnız sosyoekonomik bir eleştiri değil, dünya hayatına ve insan doğasına dair bir şey de anlatmak istiyorum oradaki “pirzola”yla.

YA ABARTIYORLAR YA HAFİFE ALIYORLAR

“İlk defa samimiyetle yazdığımdan, yapmacıksız ve yalansız, kendimi anlattığımdan uçtu kitap” kahramanlarınızdan birinin söylediği gibi mi düşünüyorsunuz? Bir kitabı ne uçurur ?

Vallahi ne yalan söylemeli, bilmiyorum. Bilsem benim de kitaplarım uçardı herhalde. Kahramanlarımın her söylediğine katılmıyorum. Hatta size bir sır vereyim: Bazen yalan söylüyorlar.

Kahramanınız kısıtlı dahi olsa bir okur kitlesinin putu olduğunu düşünüyor. Siz nasıl bir okur kitlesi hayal edersiniz? Bir yazarın okurlarla ilişkisi nasıl olmalı?

Üstüne çok düşünmek gereken bir konu. Benim gözlemime göre insanlar sevdikleri yazarları ya fazla abartıyorlar, yere göğe sığdıramıyorlar, insan olduğunu unutuyorlar ya da küçümsüyorlar, kendileri gibi olduğunu düşünüp hafife alıyor ve yeteneğini, birikimini, emeğini hiçe sayıyorlar. İkisinin ortasında bir yaklaşım geliştirmek lazım. Bu okurun üstüne düşen. Yazarın da üstüne düşen evvela dünyanın en önemli işini yapmadığını bilmek. Her ne yaparsak yapalım dünyanın en önemli işini yapıyor gibi yapmalıyız ama, bu bütün işler için geçerli. Sırf elimiz kalem tutuyor diye kimseden üstünlüğümüz yok. Aksine bizim sorumluluğumuz daha fazla, çünkü bizim elimize kalem verilmiş. Yazarın okurla ilişkisinde de okurdan beklediğimiz o “ortalama, vasat” hal olmalı.

#Kadir Daniş
#Belki de Yanlış Bir Leyla
#Necip Fazıl Kısakürek İlk Eserler Ödülü
#Roman
1 yıl önce