Türkiye'de son 12 yıldır devam eden bir siyasi istikrar ve bunun sağladığı bir atmosfer var. Biz 30 Mart ile 10 Ağustos seçimlerinin Türkiye için bir dönüm noktası olacağını ve Türkiye'nin Eski Türkiye'ye dönüş mü, yoksa Yeni Türkiye istikametinde yürüyüşte miolacağına karar vereceğini hep söylüyorduk. Bu çerçevede her türlü baskı, fitne, operasyon ve kumpaslara rağmen millet Yeni Türkiye istikametinde yürüyeceğini seçimlerle bir kez daha teyit etti. Seçimlerin arkasından söylediğiniz değişikliklerin rahatça gerçekleşmiş olmasının temel nedeni halkın ortaya koymuş olduğu bu kararlılıktır.
Suriye'nin Kobani bölgesinden gelen göçmen kitlesiyle ilk olarak 18 Eylül Perşembe günü karşılaştık. İlk gün yaklaşık 4500 kişi geldi. Bizim aldığımız karar, bu göçmenleri sınırın Suriye tarafındaki bölgede karşılamak ve yardımları burada sağlamak yönündeydi. Fakat 19 Eylül Cuma günü öğle saatlerine doğru IŞİD, Kobani'ye çok yaklaştı, bir gün önce de yaklaşık 20'ye yakın köyü ele geçirmişti. Dolayısıyla sınırın öteki tarafında tutacağımız bu Kürt kardeşlerimiz ciddi bir riskle karşı karşıya kalınca onları içeriye alma kararı alındı.
Daha 24 saat bile dolmadan yaklaşık 70 bin kişi Türkiye'ye giriş yaptı. Bu kardeşlerimiz hiçbir zorlukla karşılaşmadan kontrolümüz altında içeriye alındı. Hemen Cuma günü bu kardeşlerimizin barınmalarını sağlayacak olan çadır kentler önce YİBO'da sonra Süleyman Şah Parkı'nda hazırlandı. Cumartesi günüİçişleri Bakanımız Efkan Ala ve Tarım Bakanımız Mehdi Eker'le birlikte buraya heyet olarak gittik ve çalışmaları yerinde gördük.
Türkiye gerçekten çok büyük bir fedakârlık yapıyor. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir ülke 70 bin kişilik bir mülteci nüfusunu 18 saatlik bir sürede bir kişinin bile burnu kanamadan ülkesinin içine almayı başaramaz. Bu kadar kısa süre içinde çadır kentlerini ve diğer yardım imkânlarını hazırlayamaz. Bundan ötürü hakikaten bütün milletimizin iftihar etmesi lazımdır. Daha sonra da ülkemize girişler devam etti. Şuan itibariyle yaklaşık 150 bin kişi Türkiye sınırları içine geldi.
Kobani dediğimiz yer bizim Mürşitpınar köyü ve Suruç ile neredeyse komşu olan yerleşim birimleri. İnsanlar akraba, aynı aşiretin, aynı ailenin mensupları. Dolayısıyla gelenlerin birçoğu Türkiye'de akrabalarının yanına yerleşti. Biz en kötü senaryoya da hazırlıklıydık.
Peyderpey değil de ilk anda yüz-yüz elli bin kişinin gelebileceğini düşünerek bunlarla ilgili hazırlıklarımızı da yaptık. Öyle olsaydı da her hangi bir sıkıntı olmayacaktı. Gelenler kayıt altına alınıyor ve nereye yönlendirilmesi gerekiyorsa da yönlendiriliyor.
Amerika'nın gerçekleştirdiği harekâtla birlikte bölgede yeni bir hareketliliğin olabileceğini tahmin ediyoruz. Geçtiğimiz hafta bir üst düzey Suriye koordinasyon toplantısı gerçekleştirdik. Bu bombardımanlar belli şehirlerin etrafında yoğunlaşırsa o şehirlerden göç dalgaları gelebilir. Halep'te ve çevresinde oluşacak olumsuz bir tablo Türkiye'yi yakından etkiler. Böyle bir durum olursa yüz binlerle ifade edilebilecek çok büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalabiliriz. Elbette bu durumla ilgili de hazırlıklarımızı tamamladık.
Elbette meselenin bir insani tarafı var ve bu bir koordinasyonla sürdürülüyor. Daha önemlisi güvenlik meselesidir. Bu mesele Türkiye için sadece bir göçmen meselesi değildir. Bizim üzerimize düşen güvenli bölgenin tesis edilmesidir. Bununla ilgili sınır güvenliğimizi ve mültecilerin Türkiye'ye gelişini kontrol edecek bir çalışma çok titizlikle yürütülüyor. Gerektiği anda da uygulamaya konulur.
Bütün bunların hepsi maalesef kötü bir kara propaganda ve dezenformasyon çalışmasıdır. Türkiye üzerinde olumsuz imajlar oluşturmak için ortaya konulan gayretlerdir. Batı ülkeleri dâhil birkaç bin mülteci ile karşı karşıya kalan ülkelerin nasıl feryat ettiğini biliyoruz. Mülteci meselesinin ne kadar zor olduğunu bilmelerine rağmen bazı çevreler Türkiye'yi buradan köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar.
Önce 'bunlar sadece Sünni Arapları alır' denildi, sonra 'Yezidileri niye almıyorsunuz' dediler. Bundan birkaç hafta önce Türkiye'ye 36 bin yezidi giriş yaptı. Kobani bölgesinden gelenler olduğunda 'Bakın Kürtleri almayacaklar' yorumlarını yaptılar. Aldığımız görülünce de,'Türkiye bunları alıyor ama fişliyor' dezenformasyonu yapıldı. Tüm bunlar çirkin dezenformasyon çalışmalarıdır. Bu anlamda Türkiye'yi suçlayanlar önce Türkiye ve Osmanlı tarihini okusunlar.
Bu toprakların temel özelliği dünyanın neresinde mazlum, mağdur insan varsa ve yardım istiyorsa onlara yardım etmesidir. Mesela; Yemen İsyanının başladığı zor dönemlerde bile kendisinden yardım isteyen Uzakdoğu'daki Budistler için oralara Hint Seferi yapılmadı mı? İspanya'dan kaçan Endülüslü müslümanları ve Yahudileri bu topraklara kabul etmedik mi? Aynı şekilde Saddam'dan kaçan Kürtleri Türkiye ağırlamadı mı? Bunun gibi onlarca örnek verilebilir. Türkiye dediğimiz coğrafya öyle bir coğrafya ki eskiden medeniyet havzamızda kimler var idiyse onların hepsi burada...
Bunu bir övünme olarak da söylemiyoruz, bizim milletimizin sosyal genetiği bu şekildedir.Bu coğrafya bir esenlik yurdudur. Dün böyleydi, bugün de böyle, inşallah yarın da böyle olacak. Ama ufukları buna müsait olmayanlar böyle göç dalgaları karşısında her zaman 'nereden çıktı bu insanlar' demiştir, bugün de diyorlar.
Bugün IŞİD üzerine konuşanların İŞİD'in ortaya nasıl çıktığını daha iyi anlamaları lazım. Bize göre IŞİD bir sebep değil, sonuçtur. Bölgedeki siyasi şartların bu şekilde devam etmesi böyle bir örgütü ortaya çıkarmıştır. Irak'ta uygulanan katı mezhepçi politikalar, Sünnilerin siyasal sistemin bütünüyle dışına itilmiş olmaları ve Suriye'de üç yıldır devam eden devlet terörü ve bunun oluşturduğu baskı IŞİD ve benzeri örgütlerin ana rahmini oluşturdu.
İslam Dünyası son onyıllar boyunca işgaller, baskılar, çatışmalarla öylesine bir savaş, terör ve şiddet dalgası içine sokuldu ki, yüzbinlerce insan; anneler-babalar, kadınlar, çocuklar, yaşlılar katledildi, genç kızlar, kadınlar tecavüze uğradı, çocuklar anasız-babasız yetim ve öksüz kaldılar, evler, tarlalar yakıldı-yıkıldı. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar sürgün edildi, mülteci oldu. Bu görüntünün yarattığı travmayı düşünün o yetim çocukların zihninde, bunlara şahit olan ve hala şahit olmakta devam eden gençlerin zihninde; aileleri katledilmiş, ocakları yıkılmış, ülkeleri işgal altında, her şeyleri ellerinden alınmış, şeref ve onurları çiğnenmiş… IŞID sebep değil sonuçtur derken bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu zulmün, bu aşağılanmanın, bu toplumsal travmanın müsebbibi kim ise , IŞID'i ortaya çıkaran da odur.
IŞİD ile savaşan dünya 'Suriye'de, Irak'ta istikrarlı bir rejimi nasıl kurarız, adaleti nasıl tesisi ederiz, insanların şeref ve haysiyetini nasıl koruruz, toplumun farklı kitlelerini temsil eden yapıların; aşiretlerin/cemaatlerin/mezhep ve meşreplerin ve farklı siyasal grupların siyasal katılım süreci içinde olmalarını nasıl sağlarız, bölge halklarını demokratik bir birliktelik içinde nasıl kaynaştırırız'üzerine odaklansaydı bugün IŞİD sorunuyla karşı karşıya kalmamış olacaktık. Varsayalım ki IŞİD'i yarın sabah bitirdik, ancak IŞİD'i ortaya çıkaran bu sebepleri ortadan kaldırmadığımız sürece IŞİD gidecek ancak yerine başka bir yapı gelecektir. Artık çok net biliyoruz ki dünyanın neresinde bir terör örgütü varsa bu örgüt herhangi bir ülkenin/ ülkelerin istihbarat, lojistik, ekonomik ve askeri destekleri olmadan asla varlığını sürdüremez. IŞID hakkında gözden kaçırılmaması gereken bir realitede budur.
IŞİD'in arkasındaki devlet aklını da, arkasındaki destekleri ve gücü de görmemiz gerek. Nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede yayın organlarıyla, güçlü askeri teçhizatlarla ve yönetsel bir akılla ortaya çıktılar bunun da sorgulanması lazım. Bu kadar hızlı hareket eden, çok çabuk askeri ve siyasi cevaplar üreten bir yapıya ne zaman ve nasıl kavuştular? Bu sorular cevaplanmadan IŞID sorunu çözülemez.
Yurtdışından Türkiye IŞİD'e destek veriyor diye iftira atanlar önce bu örgütün içinde kaç tane Alman, Fransız, Avusturyalı, Çinli, Belçikalı, kaç Amerikalı olduğunu açıklasınlar. Bu ülkelerden katılım oldu diye bu ülkelerin IŞİD'e destek verdiği elbette iddia edilemez. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Terörden yıllardır çekmiş bir ülke olarak hem kendimizi korumak, hem de bölgenin bir türbülansın içine girmesini önlemek amacıyla bu tür örgütlerinin hepsine karşı son derece uyanık olduk. IŞİD'le irtibatlı olduğu varsayılan bin kişi sınır dışı edilmiştir. 5 bine yakın kişinin ülkeye girmeleri bloke edilmiştir. İnsani yardımları yürütürken terör konusunda da çok titiz ve hassas davranan bir ülkeye karşı bu ithamlarda bulunmak haksızlıktır.
Tarihçi Braudel'in tespitinden yola çıkarak söylüyorum bunu, bizim büyük medeniyetimizin birinci yürüyüşü Hülefa-i Raşidin dönemindeki yürüyüştü, ikinci yürüyüşü Horasan Erenleri'nin önderliğinde Selçuklu-Osmanlı yürüyüşüydü. Üçüncü yürüyüşü ise inşallah Yeni Türkiye ile başlayan süreç olacaktır. Yani daha fazla demokrasi, daha fazla bütünleşme ve daha fazla özgürlükler üzerine kurulmuş bir medeniyet... İnşallah biz yeni Türkiye'nin inşasıyla birlikte, insanların dayanışma içinde olduğu, mezhebin, meşrebin, etnik kimliklerin bir çatışma alanı değil bir zenginleşme ortamı olduğu, tüm halkların güçlerinin birleştiği ve esenlik içinde bir Ortadoğu olsun istiyoruz. Biz Yeni Türkiye bizim medeniyetimizin üçüncü koşusunun ilk adımı olsun, Yeni Ortadoğu bunun ikinci adımı olsun ve inşallah bir Yeni Dünya'nın kurulması mümkün olsun diyoruz.
Başından bu yana çalışmaların içinde olan birisi olarak ifade ediyorum ki; Çözüm Süreci ile ilgili çalışmaların çok büyük bir kısmı tamamlandı. Burada asıl olan siyasi iradenin çok net ve kararlı durmasıydı. Hangi provokasyon yapılırsa yapılsın, Türkiye Cumhuriyeti devleti bu kararlılığını sonuna dek sürdürecektir. Çözüm Süreci, eski canlılığıyla devam ediyor. Bu sürecin geri gitmesine her kim çalışırsa halk buna tepkisini gösterir. Kim bir katkı sunarsa da milletin teveccühüne mazhar olur.
Bugüne kadar Çözüm Süreci'ne kim bir dirhem katkıda bulunmuşsa ona teşekkür ediyoruz. Ben özellikle sürece olumlu katkısı olan HDP'li arkadaşlarımıza da teşekkür ediyorum. Önümüzdeki süreçlerde de HDP'lilerin sürece ciddi bir şekilde katkı sunmalarının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Evet, son bir buçuk yıldır çok şükür ki kimse hayatını kaybetmiyor ama özellikle bazı şehirler için söylüyorum, siyasetin baskı ortamından kurtulması lazım. Zorla, baskıyla, yol keserek, araç yakarak, okul yakarak siyaset olmaz. Biz bu meselenin sahibinin başta bölgedeki Kürt halkı olmak üzere tüm Türkiye halkı olduğunu düşünüyoruz.
2008 ekonomik krizi sonrası neoliberal tezlere yönelik ve kapitalist sistem içi tartışmaları ve onların yansımalarını gündeme getirmeniz kimilerini rahatsız etti. Hatta bazı köşe yazarlarınca üçüncü dünyacılıkla suçlandınız? Doğru mu, siz üçüncü dünyacı mısınız?
Doğru olmadığı gibi bu gibi yorumlara gülüp geçiyorum. Ben dünya ekonomisindeki gelişmeleri günü gününe takip etmeye çalışan, sadece aktüel gelişmeleri değil fikri tartışmaları da yakinen bilen birisiyim. Tam tersine 2008 küresel krizinden sonra bu tartışmalar başladı. Amerika'da, İngiltere'de, Avrupa'da, Uzakdoğu'da mevcut neoliberaltezlerle nereye kadar gidilir tartışması yapılıyor. Dolayısıyla neoliberal tezlerin getirdiği sorunları tartışmak üçüncü dünyacı değil tam tersine birinci dünyacı bir yaklaşımdır.
Biz Türkiye olarak güçlü ve kendine yeterli bir ekonomi için mücadele etmeliyiz. Kapitalist bir dünyada dostunuz olmaz, ortaklığınız olur, işbirliğiniz olur. Kimse kaşımız gözümüz için para vermiyor. Yatırım yapmıyor. Sistemin dengeleri içinde bir ilişki bu... Denge bozulduğunda ne olacak? Bizim çabamız, iç pazarı, girişimciyi, sanayiciyi, Kobileri, esnafı, köylüyü güçlü kılma çabası, orta sınıfı güçlendirme çabası.Dalgalanmalara karşı duran, direnebilen bir Türkiye çabası bu.Avrupa MB, FED ya da Japonya'nın yaptığından farkı yok yapmaya çalıştıklarımızın, her ülke kendi sıkıntıları ve dinamikleri çerçevesinde bir çözüm arıyor. Yirmi yıl öncesinin ekonomik öncelikleri farklı idi, bugün farklı, yarın da farklı olacak. Dolayısı ile günümüzde neo-liberal politikaların yol açtığı sorunlar ve krizleri, bugün tartışmamız, bunları aşmamız lazım. Yarın ne olacak, dünya nereye gidecek bunu görmek lazım. Papağan gibi cari iktisadi akımların ezberlerini tekrarlamak, iktisadi akım ve tercihleri değiştirilemez tek çözüm gören bir yobazlığa saplanmak bizi ancak felakete götürür.
Pankartı açan arkadaşa teşekkür ederim hayatım boyunca inandığım ilkeleri tekrar gündeme getirdiği için ama niyetleri sakat, bir yanlış algı oluşturmaya çalışıyorlar. Ben o arkadaşın pankartta ifade ettiği ilkelere siyasi hayatı boyunca inanmış, inanan birisiyim. O sözleri dün söylüyordum, bugün de söylüyorum, yarın da söylemeye devam edeceğim inşallah... Bu ilkeler bizim medeniyet siyasetimizin temel hususlardan birisidir ve toplumsal yapıda eşitlik ve adaleti önemsemenin göstergesidir. Bu eşitlik ve adaleti bozan üç tane sapma vardır. Bizim medeniyetimiz de bunu üç tane sembol isim üzerinden söylüyor.
Bunlardan ilki Firavun, diğeri Karun, öteki de Belam'dır. Firavunlaşmak siyasi otorite üzerinden, kanun ve hukuk düzeni üzerinden, yönetim şekli üzerinden seçkinler ve seçkin olmayanlar, asiller ve köleler oluşturmaktır, imtiyazlı sınıflar yaratmaktır, böylece insanların yaratılıştaki eşitliğini bozmaktır.
Karunlaşmak mal/mülk, para, servet kısacası ekonomi üzerinden seçkinler, imtiyazlılar yaratmak, sosyal adaleti bozarak insanlar arasında yaratılıştaki iktisadi eşitliği bozmaktır. Belamlaşmak ise bilgiyi ve bilgiye ulaşmayı tekelleştirmek, bu alanda imtiyazlar oluşturmak hassaten de dini otoriteyi ve dini bilgiyi kullanarak insanlar arasında bilgi hiyerarşisi oluşturmak ve yaratılıştaki eşitliği bozmaktır.
Firavunlaşmayacağız, Karunlaşmayacağız, Belamlaşmayacağız sözünü dün söylüyordum, bugün de söylüyorum, inşallah yarın da söylemeye devam edeceğim. Bu benim imanımdır, kâinata, insana, topluma ve hayata bakışımdır. Medeniyet anlayışım budur benim…
Bu sözü 2009 yılında söylemiştim. Bu o zaman için söylenmiş bir tespitti ama geçen zaman bu tespitte ne kadar haklı olduğumuzu ortaya çıkardı. Bugün devleti yönetmek isteyen ve "halkın, insanların murakabesine kapalı" bir yapıya müsaade edilirse yarın öbür gün başka bir yapı çıkar o da aynı şeyi ister, yapmaya kalkışır. Bu yanıyla bu mesele sadece AK Parti'nin değil CHP'nin de MHP'nin de HDP'nin de meselesidir. Çok açık ve net söyleyelim halktan yetki almamış, halkın murakabesine kapalı hiçbir yapı devleti yönetemez, yönetmesine izin vermeyiz. 'İstiyorlarsa parti kursunlar' sözünü bu sebeple söylemiştim hala aynı şeyi söylüyorum.
Biz en başından beri bu yapıyı ikiye ayırdık. Bir tarafta samimiyetle gönül veren, dine millete hayırlı işler yapalım diye gayret eden samimi niyetli insanlar var. Bunları ayırıyoruz. Öte yanda ise cemaatin gücünü kullanarak devleti ele geçirmeye çalışan kesimler bunlarla devletin anlaşması asla mümkün olamaz. İkisi ayırt edilerek bu mücadele devam edecektir.
Köşke çıktıktan sonra da görüştük. Sayın Erdoğan'ın köşke çıkmış olması aramızdaki ilişkinin niteliğini değiştirmeyeceği gibi zaten sürekli bir istişare içinde de olunacaktır. Eskiden nasıl bir ilişkimiz varsa aynen devam ediyor.
Birdenbire çok da hızlı bir gündemin içine girmiş olduk. Zaten çocukların ikisi İstanbul'da, birisi burada... Sevgi Hanım da burada üniversitede. Daha önce de çok yoğun ve maalesef bölünmüş olarak yaşıyorduk. Zaten siyasetin doğasında bunlar var. Maalesef özellikle Emir ve İsmail'in (erkek çocuk olmaları hasebiyle) rol model olarak bana ihtiyaç duydukları zamanlarda çok yanlarında olamadım. Kızım Ayşe'de dâhil, bütün yükü çok şükür başarıyla Sevgi Hanım çekti. Şimdi biraz daha uzak düşeceğiz ama çeşitli vesileler üreterek hep beraber olmaya gayret ediyoruz.
Annem hayır duada bulundu. Biz aynı apartmanda yaşadığımız için annem bizim neler yaşadığımızı yakinen bilir. Her gittiğimde geldiğimde mutlaka elini öpüp hayır duasını alıyorum, vedalaşmadan hiç çıkmıyorum. Hayır dualarını hep arkamda hissediyorum.
Televizyondan öğrendim.
Odada bulunan arkadaşlarımızdı. Hemen peşinden eşim ve ailem aradı.