|
Galiba bu kez "35 mm analog sinema"nın işi gerçekten de bitti...
Sinema sektöründe özellikle
“geleneğe bağlı”
yönetmenlerin son birkaç yıldır endişeyle bekledikleri bir gelişme bu yılın ilk ayı içinde yaşandı ve halen yeryüzünde
35 mm
''lik konvansiyonel sinema çekim kamerası üretmekte
“direnen”
üç büyük marka; Amerikan
“Panavision”
, Fransız
“Aaton”
ile Alman
“Arri”
şirketlerinin üst düzey yöneticileri bundan böyle
(içine
35 mm
''lik negatif film takılarak çekim yapan)
analog kamera
üretmeyeceklerini
, bütün enerjilerini ve uzman kadrolarını
yüksek tanımlamalı
(HD / High Definition)
dijital kamera üretimine kanalize edeceklerini
açıkladılar.
Dediğim gibi, aslında en az
2005
''den bu yana belli belirsiz bir ürküntü duygusu eşliğinde beklenen bir haberdi bu ve sinemanın teknoloji boyutuyla yakından ilgilenen çevrelerde öylesine geniş yankı uyandırdı ki karara yoğun itirazlar içeren pek çok makalenin yanı sıra büyük bir Amerikan sinema sitesi de
“R.I.P., The Movie Camera: 1888-2011”
(Klasik Film Kamerası / Huzur İçinde Yatsın: 1888-2011)
şeklinde manşet attı.
Sektörden gelen homurtuların gitgide yükselmesi üzerine sinema dünyasına bir açıklama yapma ihtiyacı hisseden Fransız
"Aaton"
şirketi yöneticilerinden
Jean-Pierre Beauviala
, konuyu inceleyen teknoloji sitesi
“Creative Cow”
un yazarı, Amerikalı kadın gazeteci
Debra Kaufman
''a,
“Duygusal olarak ne kadar etkilenirsek etkilenelim, analog kamerayla film çekme dönemi artık bitti”
demiş,
“Bizler bu alanda güçlü gelenekler oluşturmuş koskoca bir kamera üreticisiyiz ve son iki yıldır neredeyse bir tek 35/16 mm kamera siparişi alamadık. Eğer yeni sipariş almazsak nasıl ayakta kalacağız?
Kabul etmek gerekir ki yüksek tanımlamalı dijital kameralar, televizyoncular ve sinemacılara inanılmaz kolaylıklar sağlıyor. Yüksek bütçelerle çalışamayan pek çok bağımsız film yapımcısı 2000''lerin başlarından itibaren dijital teknolojiye âdetâ bir can simidi gibi sarıldı. Bu kişiler film projelerini klasik 35/16 mm kayıt cihazlarıyla çalışan ekiplerin neredeyse üçte biri mâliyetle bitirebiliyorlar. Durum böyleyken, genç sinemacılar neden pahalı birer analog kamera satın alsın ki?
Öte yandan, bundan sonra da uzun yıllar boyunca negatif film kullanarak çekim yapmayı arzulayanlar için, dünya üzerinde çalışır durumda olan zaten binlerce 35 ve 16 mm formatlı kameramız var. Aynı şekilde, rakiplerimiz Panavision ve Arri''nin kameraları da rutin bakımlarıyla en az bir 20-25 yıl daha piyasada bu yöndeki ihtiyacı karşılayabilirler. Sonuç olarak, bizden bu kadar fedâkârlık yeter; Aaton üretim ailesi artık bütünüyle dijital teknolojinin hizmetine girecektir.”
Bu açıklamayı da kısa bir süre sonra Alman
"Arri"
''nin kamera üretim bölümü başkanı yardımcısı
Bill Russell
''ın destekleyici nitelikteki bazı demeçleri izledi.
“Gerek Hollywood''dan, gerekse dünyanın diğer ülkelerindeki sinema endüstrilerinden muhafazakâr yaklaşımlı bazı yapımcı ve yönetmenler bizlere kızıp duruyorlar; fakat önümüze gelen şirket raporları ise bambaşka şeyler söylüyor”
diyordu
Russell
,
“35 mm ekipmana yönelik talep kesin olarak sona erdi. Bizim ölçeğimizdeki bir şirket yılda bir, hadi bilemediniz iki kamera siparişiyle yaşayamaz. Ki artık o kadarı bile çok zor geliyor. Bu saatten sonra negatifle çalışmakta ısrar eden yönetmenler var ise bırakın bu sanatçıları, onların çocukları tarafından bile kullanılmaya devam edilebilecek sağlamlıkta kameralar ürettik. Bu kameralar yıllar boyunca yeryüzündeki hemen her ülkeye satıldı. Arzu ettikleri takdirde, o cihazları kiralayıp ya da satın alıp, negatif tabanlı film çekmeyi sürdürürler.”
Dünyada film kamerası üretiminin üçüncü sacayağını oluşturan heybetli Amerikan şirketi
"Panavision"
ın bu hararetli tartışmalardaki pozisyonu ise biraz daha farklı…
1953
yılında iki sinema teknisyeni,
Robert Gottschalk
ve
Richard Moore
tarafından kurulan şirket, kısa süre içinde akıllara durgunluk verecek bir büyüme sergilemiş ve
Hollywood
''un bir numaralı
kamera-objektif-yardımcı ekipman
tedarikçisine dönüşmüştü. Yalnız,
"Panavision"
ın diğer tedarikçilerinden temel farkı şu ki bu şirket tarihi boyunca hiçbir zaman
kamera satmamasıyla
tanınıyor. Bir film projenizi
"Panavision"
kameralarla çekmek istediğinizde şirkete başvuruyor ve
projenizin süresi kadar ekip-ekipman kiralıyorsunuz.
Bir ay ise
bir ay
, altı ay ise
altı ay
,
"Panavison"
kataloğundan projenin ihtiyaçlarına göre seçtiğiniz kamera modeli
(bütün testleri yapılmış olarak)
setinize geliyor ve günlük kurulumu, kullanımı, her çalışma günü bittiğinde usûlüne uygun şekilde derlenip toparlanması da yine bu şirketin teknik elemanlarınca gerçekleştiriliyor. O yüzden,
"Panavision"
yönetimi bundan böyle
yeni bir 35 mm kamera modeli üretmeyeceğini
açıklamasına rağmen, şirketin deposunda bulunan farklı modellerden yüzlerce kamera, bakımları da yine
"Panavision"
bünyesinde yapıldığı için, daha uzun yıllar boyunca
Hollywood
''a hizmet verebilir. Bu konudaki temel sorun ise
ABD
ana akım sineması dışındaki
Avrupalı
,
Asyalı
,
Afrikalı
sinemacıların, mütevazı bütçelerini fazlasıyla aşan bu aşkın kamera sistemlerini kiralamalarının bir hayli zor oluşu… Üçüncü dünyanın sanatçıları, bugüne kadar kendilerine bütçe açısından çok daha insaflı alternatifler sunan
"Arri"
ve
"Aaton"
a yönelmekteydiler ki şimdiden sonra her iki markanın gerek bakımlı kameralarını, gerekse yedek parçalarını bulmak aşama aşama zorlaşacağa benziyor.
Sinema filmi çekim teknolojisi
, insanlık tarihinde -
“kâğıt”
ile birlikte- öyle çok da ciddi bir şekilde form değiştirmeden, ortaya çıktığı ilk hâliyle
en uzun süre hayatta kalabilen teknoloji
oldu.
1888
yılında Fransız bilgini
Louis Aimé Augustin Le Prince
tarafından ilk negatif şerit
(ki
Le Prince
''in ürettiği öncü nitelikteki film
60 mm
enindeydi)
ve ham malzeme olarak bu şeridi kullanan kameraların icat edilmesinden günümüze kadar, film kameralarının ve gösterim cihazlarının yetenekleri
“sesli film”
,
“renkli film”
,
“genişperde-sinemaskop çekim ve gösterim”
,
“çok kanallı Dolby ses kaydı”
,
“üç boyutlu sinema”
gibi pek çok devrimci yenilikle zenginleştirildi; fakat
"görüntünün bir objektiften geçen ışınlar aracılığıyla negatif bir film şeridinin üzerine düşürülerek kayıt altına alınması"
şeklindeki temel işlem hiç bir zaman değişmedi.
Ses kaydı
ve
yeniden çalma
sistemlerinin topu topu
150 yıl
içinde el ile çevrilen
“fonograf”
tan başlayıp
gramofon
,
pikap
,
makara bant çalar
,
kaset çalar
,
CD çalar
ve
cepte taşınabilen sıkıştırılmış dijital formatlı kayıt/dinleme cihazlarına
kadar geçirdiği baş döndürücü aşamalar gözönüne alındığında, Fransız
Lumiére Lardeşler
''in
Paris
''deki
Grand Café
''nin bodrumunda düzenledikleri ilk biletli film gösterisinden
(Aralık 1895
) beri bizleri karanlık salonlarda
117
yıldır benzersiz bir düşler evrenine taşıyan klasik film kameraları ve göstericilerinin kendisini sürekli yenileme eğilimi içindeki teknoloji dünyası karşısında
iyi bile dayandığını
söyleyebiliriz.
Hollywood
''da dijital formatlı film kameralarına karşı en yoğun muhalefeti sergileyen ustalardan biri de yapımcı-yönetmen
Martin Scorsese
35 mm
negatif filmin onca emek ve yatırımı sırtına yüklemek için hâlâ en sağlıklı medya olduğunu savunan
Scorsese
, dijital hard-disklerin ise hem filmleri uzun yıllar boyunca sağlıklı bir şekilde saklamak, hem de sinema tarihinin hazinelerini gelecek kuşaklara aktarmak adına kendisine pek de güven vermediğini söylüyor. Sanatçı, sektördeki tam tersine eğilime rağmen, tıpkı ünlü meslektaşı
Steven Spielberg
gibi bugüne kadarki hiç bir filmini dijital formatta çekmedi. Buna karşılık, Amerikan sinemasının geçen yılın başlarında yitirdiğimiz
Sidney Lumet
gibi diğer bazı ustaları da
“İşini bilen bir sinemacı, 35 mm filmle yapabildiği herşeyi dijital kayıtla da rahatlıkla yapar”
diyerek bu yeni teknolojiyi onayladıklarını açıklamışlardı.
Hadi, diyelim ki
"Aaton"
,
"Arri"
ve
"Panavision"
yöneticilerinin
“dünya üzerinde henüz tedavülde bulunan analog kameraların özenli kullanımı durumunda, bunların sinema dünyasındaki 35/16 mm negatif çekim ihtiyacına daha uzun yıllar boyunca rahatlıkla cevap verebilecekleri”
yönündeki tezleri haklı olsun. Ki bana göre de sözkonusu cihazlarla kaydedilen klasik sinema resminin o kendine özgü tok renklerine gönül vermiş bazı
“kahraman”
şirketler ortaya çıkar ve bunlar da sektöre yeterli düzeyde bakım-onarım hizmeti verirlerse, gelecekte rahatça doğrulanabilecek bir öngörü bu. Çünkü,
“profesyonel sinema kamerası”
dediğiniz şey, Çin malı uyduruk oyuncaklara benzemez, En ucuzu
50 bin dolar
dan başlayan bu muhteşem mekanik cihazları yerden yere vurup parçalamadıktan sonra, gerektiğinde tozunu alıp, aşınan parçalarını da rutin olarak değiştirdiğinizde
2030
''lu,
2040
''lı yılları bile rahatlıkla görebilecek sağlamlıkta modeller var piyasada…
Fakat, şu sıralarda konvansiyonel sinemanın geleceğini tehdit eden asıl vahim sorun, dijital çekilmiş filmlerin bile son aşamada üzerlerine yüklenip gösterime sunuldukları
“negatif/pozitif film şeritleri”
ni kimin üreteceği… Çünkü, dünyanın en büyük negatif/pozitif film tedarikçisi
"Eastman Kodak"
şirketinin geçen ay
ABD
''de iflasını ilân etmesiyle birlikte, bu kritik sorunun cevabı da her zamankinden daha büyük bir önem kazanmış durumda…
Yeryüzünde bundan
30-40
yıl önce bir düzineyi aşkın siyah-beyaz ve renkli negatif/pozitif ham film şeridi üreticisi bulunmaktaydı. Ki o dönemde
Doğu Almanya
-mavi tonlarıyla meşhur-
“Orwo”
su,
SSCB
de
“Svema”
ve
“Tasma”
adlı iki devlet markasıyla (
ortaya çok kaliteli ürünler koyamasalar bile)
sinema sektörünün önde gelen tedarikçileri arasında yer alıyorlardı.
1990
''larla birlikte, Sovyet bloğunun çöküşüne paralel olarak bu cephedeki bütün fotoğraf ve sinema filmi üreticileri ardı ardına iflas etti; meydan da bütünüyle
Alman
“Agfa”
ya,
Japon
“Fuji”
ye ve sektörün öteden beri ağa babası pozisyonundaki
Amerikalı
“Eastman Kodak”
a kaldı.
Ancak,
2000
''lerin başlarından itibaren, dijital fotoğraf ve film kamerası üreticilerinin âdetâ gemi azıya alarak gerçekleştirdikleri baş döndürücü teknolojik atılımlar, önce
analog fotoğrafçılık
, kısa bir süre sonra da
analog sinemacılık
için tehlike çanlarının çalmaya başlamasına yol açacaktı. Bu süreçte, küresel talebin gitgide azalması nedeniyle önce -yıllar yılı düzenli bir negatif/pozitif film üreticisi olan-
"Agfa"
şirketi
“yalnızca sinema sektöründen gelen özel siparişler üzerine üretim yapma”
sistemine geçti. Ardından,
"Fuji"
de analog film ve makine alanındaki üretim hacmini iyice sınırlayarak dijital yelpazedeki ürünlere yoğunlaştı. Sonuç olarak, dünya üzerinde
8, 16, 35
ve
70 mm
(
yatay 70 mm
''lik
IMAX
da dahil olmak üzere)
formatlarında film çekmeye girişenlerin sığınacakları yegâne liman olarak
ABD
''nin köklü markalarından
"Eastman-Kodak"
kaldı.
"Kodak''"
ın yöneticileri her ne kadar ara ara yaptıkları açıklamalarla
“Sinemacılar da sinemaseverler de hiç merak etmesinler. Film şeridi sonsuza kadar yaşayacaktır. Bu sektörün arkasında kapı gibi Kodak markası var. İster amatör, isterse de profesyonel, sinemacılığın her kategorisine daha çok uzun yıllar boyunca farklı formatlarda negatif/pozitif film ve laboratuar kimyası tedarik etmeyi sürdüreceğiz”
deseler de aradan geçen sürede ekonominin katı kuralları, gönüllere su serpici nitelikte konuşmalar yapıp duran yöneticilerin tatlı sözlerini ezip geçiyor; sonuçta bir yüzyılı hemen hemen rakipsiz konumda geçiren bu efsanevî şirket bile geçen ay iflas bayrağını çekmek zorunda kalıyordu.
Hollywood
''un da hammadde alanında baş tedarikçisi olan
"Kodak"
ın
New York
ticaret mahkemesine sunduğu o iflas kararı
California
eyaletinde üstlenmiş Amerikan film endüstrisinde ise tek kelimeyle soğuk duş etkisi yaptı ve olay
AMPAS
''ın
(Academy of Motion Picture Arts and Sciences / Oscar ödüllerini dağıtan “Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi”)
yönetim kurulu masasına kadar ulaştı.
Kötü yönetildiği için elindeki
2000
''e yakın patenti yıllar içinde ticarî açıdan akılcı bir şekilde değerlendiremeyen, hattâ ve hattâ
1975
yılında kendi ar-ge laboratuvarlarında
dijital fotoğraf makinesini ilk icat eden şirket
olmasına rağmen böylesine müthiş bir teknolojik ayrıcalığı bile lâyıkıyla kullanamayıp uzun yıllar boyunca rakipsiz kralı olduğu fotoğraf-film pazarını başkalarına
(özellikle
Çin
''in ucuz, dandik ve taklit teknolojilerine)
kaptıran
"Kodak"
ı ayakta tutabilmek için, şirketin özellikle negatif/pozitif film üretim bantlarını
Akademi
eliyle satın alıp yönetmek de dahil her türlü seçeneği masaya yatıran Amerikalı sinemacılar, bu dev markanın kapısına büsbütün kilit vurulduğu takdirde yelkenleri hangi yöne çevireceklerini henüz bilemez durumdalar…
"Pekiyi, endüstrideki bu kaos ortamı neden oluştu?"
diye soracak olursanız; küresel pazarda yüksek tanımlamalı dijital kameraların bu denli yaygınlaşıp ucuzlaması sinema filmi üretimi ve işletmeciliği noktasında her şeyi öyle bir anda güllük gülistanlık yapmıyor. Evet doğru, şu anda yeryüzünde çekilen sinema filmlerinin
yüzde 80
''e yakın bölümünde
dijital kameralar
kullanılmakta ve bunlar da ya
HD kasetlere
, ya da doğrudan doğruya
hard-disklere
kayıt yapmaktalar…
Ancak, bir sinema filmi kurgu masasında her şeyiyle bitirilip gösterime hazır duruma getirildiğinde sahneye yine -şimdilerde tu kaka edilen-
35 mm''lik o negatif/pozitif film şeritleri
çıkıyor. Üretilen film, tersine bir
telesine
işlemiyle, önce kayıtlı olduğu dijital ortamdan master olarak kullanılacağı bir
35 mm negatif filme
, sonrasında da sinema salonlarının ihtiyacını karşılamak üzere binlerce
pozitif kopyaya
aktarılıyor. Bu süreçte kullanılan en popüler iki hammadde ise yalnızca
"Kodak''"
ın üretim portföyünde yer alan
“Vision-200T”
ve
“Vision-500T”
modeli negatif filmler…
"200T"
biraz daha günışığına dönük bir film iken,
"500T"
ise en karanlık sahnelerin çekimi ya da gösteriminde bile çok iyi sonuçlar veren hassas duyarkatlı bir malzeme…
Dijital kameralar, ucuzlukları ve pratiklikleriyle sinema sektöründeki çekim alışkanlıklarını yalnızca on yıl içinde kökten değiştirmeyi başardılar başarmasına; fakat sıra çekilip tamamlanmış bir filmi kitlesel ortamlarda göstermeye gelince
35 mm
''nin hükmü hâlâ bütün ihtişamıyla sürüyor. Çünkü, dijital teknolojinin lideri
ABD
de dahil, günümüzde yeryüzündeki ticarî sinema salonlarının
yüzde 90''ından fazlası
klasik
35 mm
film şeritleri kullanan mekanik sinema makineleriyle donanmış durumda… Ki kabaca bir hesapla yeryüzünde halen çalışır ve para kazanır durumda
250 bin
dolayında
35 mm
''lik projeksiyon makinesi olduğu biliniyor. Ortada öyle ya da böyle işleyen ve çok da iyi görsel sonuç veren karma bir sistem
(dijital ile çekim-analog ile gösterim)
varken,
Kanada
''dan
Bangladeş
''e,
Japonya
''dan
Senegal
''e kadarki uçsuz bucaksız bir havzada
(
“korsan filmcilik”
ve yüksek işletme mâliyetleri başta olmak üzere)
zaten türlü güçlüklere göğüs gererek ayakta durabilen onbinlerce sinema salonu sahibine
“Haydi bayanlar baylar, bütün bu mekanik makineleri topluca çöpe atıp dijital gösterime geçiyoruz”
demek ne kadar akılcı bir yaklaşım olacaktır? Hele de analog sistemle film gösteren bir salonun
en asgarî dönüşüm maliyetinin yarım milyon doları bulduğu
bilinirken…
Sinemalarda dijital gösterime geçiş, dijital kameralara geçiş kadar kolay ve hızlı yaşanabilecek bir süreç değil; çünkü salondaki
“beyazperde”
hariç eskiden kalan hiçbir malzeme işinize yaramıyor ve klasik
35 mm
''lik projeksiyona göre hâlâ kat be kat daha pahalı olan bir dizi yeni teknik ekipman satın almak zorunda kalıyorsunuz. O yüzden, dünya üzerindeki bütün salonların standart film makinelerini bırakıp doğrudan doğruya dijital gösterime geçişleri için öngörülen gerçekçi süre de
2030
''ları, hattâ yoksul
Asya
ve
Afrika
ülkeleri için
2040
''ları bulmaktaydı. Ancak,
"Kodak"
''ın bu yılın başındaki âni çöküşü, sözkonusu alandaki stratejik hesapları da bir anda altüst etti.
Hollywood
stüdyoları şunu çok iyi biliyor ki
35''lik hammadde
yok ise çektiğiniz bir filmin yerküreye yayılmış sinemaların
yüzde 90
''ında gösterilme şansı da yoktur! Bu da pazarı
bütün gezegen
olan dev bir endüstrinin katlanabileceği türden bir kayıp değil…
Aynı zamanda, zamanla tahrip olmuş klasik filmleri gönüllü olarak restore eden bir vakfın
(“World Cinema Foundation”)
başkanlığını da yapan
Martin Scorsese
''nin dijital-analog kıyaslamasındaki tezi, sinemanın teknolojik cephesinden az biraz anlayanlar için son derece basit ve mantıklı… Amerikan sinemasının yaşayan en büyük markaları arasında yer alan bu sorumluluk sahibi adam
“Kardeşim”
diyor,
“Ben ''Taksi Şoförü'' gibi, ''Kızgın Boğa'' gibi, ''Köstebek'' gibi, ''Hugo'' gibi meşakkatli bir film çektiğimde, bu filmin master kaydını el kadar bir hard-diskin içinde saklayamam. Çünkü bu yöntem bana hiç de akıllıca gelmiyor. Hard-disk teknisyenin elinden kayıp yere düşer, film silinir. Onu sakladığınız ortamda yangın çıkar, bütün emekleriniz yok olur. Hiçbir şey olmasa bile gün gelir, hard-diskin kafasının karışacağı tutar, entegre devreleri falan bozulur, film yine içinden uçar gider. Oysa, bugüne kadar filmleri saklama ve gelecek kuşaklara aktarma konusunda izlediğimiz yol son derece doğruydu. Master negatiften bir adedini Kongre Kütüphanesi''ne, bir adedini de Ulusal Film Arşivi''ne veriyorduk. Bu master kayıtlar, ışık, nem, toz olmayan güvenli kasalarda gelecek kuşaklar için birer kültür mirası olarak saklanıyordu. Geride de yapım şirketinde işletme ve özel gösterimler için zaten yeterince negatif ve pozitif ara kopya her zaman bulunur. Film şeridi zaten kendi başına çok dayanıklı bir malzeme. Siyan-beyaz bir filmin ömrü, düzgün koşullarda saklanırsa 250 yıl, renkli şeritlerin ise 100 yıl… Ki bu süre, ara ara yapılacak aktarmalarla daha da uzatılabilmekte... Pekiyi, bana çağdaş bir hard-diskin 250 yıl boyunca hiçbir sorun çıkarmadan hep aynı performansı sergileyebileceğinin garantisini kim verecek?"
Scorsese
''nin bu esaslı sorusu, sinema filmi yapımcılığını ve yönetmenliğini bir tür vur-kaç işi olarak gören,
“Ben filmimi çekeyim, salonlarda bir tur gösterilip parasını toplasın da ondan sonrası tufan”
diye düşünen kimi tüccar sinemacılara hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Fakat,
Charlie Chaplin
''in bundan bir yüz yıl önce çektiği sessiz dönem filmlerini günümüzde
Marty Usta
''nın vurguladığı klasik yöntemler sayesinde izleyebildiğinin farkında bir sinemacı/sinemasever kitlesi için son derece can alıcı bir teknik soru bu…
Ki bizim ülkemizin sinema tarihinde de sürüsüne berekettir böylesi tüccar yapımcı ve yönetmenler; o yüzden Türk sinema tarihinin halen
yüzde 30
''u kayıp! Bırakın siyah-beyazları, daha
1970
''lerde çekilmiş olan renkli filmler bile görünüm olarak
enkaz
durumdalar…
İşin özü ve özeti ise şu… İleri teknoloji, hayatta her zaman için
“varılabilecek en son, en ideal nokta”
yı simgelemiyor. Teknolojik gelişmelere yön veren şirketlerin, bazen sırf bir sonraki buluş bir öncekine göre üretim, dağıtım ve fiyatlandırma açısından daha büyük avantajlar sağlaması nedeniyle yaygın bir formatı değiştirmeleri de sıklıkla rastlanan bir durum… Sözgelimi,
Hollanda
''nın köklü şirketi
“Philips”
, pikapların ve bunlarda kullanılan
“long-play”
lerin ses kalitesi çok kötü olduğu için mi
1982
''de
“compact disc”
i
(CD)
icat etmişti? Bugünlerde pikabın o
“sahici”
sesine hasret binlerce müzik tutkununun kullanılmış da olsa bitpazarlarında yeniden fellik fellik pikap arayışına ve bazen tek bir kopyası
1000 dolara
satılan nadide plaklara baktığımızda, durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Çünkü peşine düşülen bütün o eski kayıtlar kıyaslanmayacak kadar ucuza dijital ortamda da var. Demek ki insanlar eski ve yeni teknolojiler arasında karşılaştırma yaptıkça, bazen hayatlarından gelip geçenin daha doyurucu bir hizmet sunduğuna kanaat getirebilmekteler…
Görünen o ki aynı akıbet, gün gelecek, sinema perdesine yansıyan
35 mm''lik filmleri
de vuracak. Üstelik, bu öyle çok da uzun bir zaman sonra gerçekleşeceğe benzemiyor artık…
Ve benim gibi, sinema salonunda film izlerken en büyük atraksiyonlarından biri
(görüntüdeki çizik ve kimyasal çapakların artmasıyla, özellikle de sağ üst köşede ardı ardına iki işaret beneğinin çıkmasıyla birlikte)
oynatılan bobinin sonuna yaklaşıldığını fark edip, yanında oturanlara
“Haydi kalkın, 10-15 saniye içinde ara verilecek, fuayeye kahve içmeye gidelim”
diyen, sırrını hiç ele vermediği bu
“sihirbazlığıyla”
da (!) yıllarca ilgileri üzerine toplayan,
“Nasıl biliyorsun ilk yarının sonunun geldiğini, yoksa bu filmi daha önce izlemiş miydin?”
gibi eğlenceli sorulara muhatap olan bir sinemasever de sesi ve görüntüsü aşırı parlatılmış, neredeyse gözleri rahatsız edici bir sentetik kusursuzluğa büründürülmüş
“dijital projeksiyon”
da hiç var olmayan o pelikül lekelerini, oynatımla oluşmuş çizikleri geriye kalan ömrü boyunca daima iç çekerek özleyecek.
* * *
Ve bu da
"35 mm sinema"
nın artık yolun sonuna gelişine bizden bir selam olsun... İtalyan yönetmen
Giuseppe Tornatore
''nin
1988
tarihli başyapıtı
"Cennet Sineması"
nın son sahnesi... Doğup büyüdüğü kasabanın köhne sinema salonunda, bilge makinist
Alfredo
''nun yanında yıllarca çıraklık yapan, sinema sanatına yönelik bütün sevgi ve bilgisini de yine bu yaşlı adamdan kazanarak sonraki yıllarda İtalyan sinema endüstrisinde saygın bir yapımcıya dönüşen
Salvatore ''Toto'' Di Vita
,
Cinecitta Stüdyoları
''nın projeksiyon odasında ustasının kendisine miras olarak bıraktığı bir makara
35 mm
''lik filmi tek başına izliyor.
Bir kaç dakikalık bu derleme bobin, usta ve çırağın, vaktiyle kasabanın rahibinin yaptığı ön denetimlerde sakıncalı bulup
"Kesin!"
talimatını verdiği, sinema tarihinin birbirinden ünlü filmlerine ait
"öpüşme sahneleri"
nden oluşmaktadır.
Alfredo
o eski günlerde bu
"lanetli"
bölümleri atmaya kıyamamış ve ardarda yapıştırıp biriktirmiştir. Ve yoksul yaşayıp yoksul ölmüş biri olarak, sevgili çırağına bırakabileceği yegâne miras da o paslı bobindir.
12 yıl önce
Galiba bu kez "35 mm analog sinema"nın işi gerçekten de bitti...
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler