|
Gönlün heyecanı, gözün neşvesi

İçimizde insanı, hayatı, iyiliği, güzelliği kollayan bir meleke var, olmalı. Tükenmeye her yüz tuttuğumuzda hatırlatmalı hakikatin enginliğini, heyecanını, neşvesini en gür sesiyle ya da sadece fısıltıyla bize. Ama neden her geçen gün duymakta biraz daha fazla zorlanıyoruz o sesi. Hayatımızı gürültülü şeyler, yıkıcı ezberler, zihin öğütücü tekerlemeler ele geçirdiği için olabilir mi? Baktığımız hiçbir şey bize iyiliği, güzelliği çağırmıyor neredeyse. Hep yakıp yıkmak, yargılayıp infaz etmek, kurutup soldurmak, vurup yerle yeksan etmek arayışı içindeyiz. Bizi ziyankârlığa çağıran ses, içimizdeki o düşman, nasıl oldu da gemi azıya aldı, kara bağırgan sesiyle bütün ahenkli sesleri bastırır hale geldi. Neden her şeyin insan için yapıldığı iddiasıyla inşa edilen düzen, insanın bütün insanlığını öğütüp un ufak eder oldu? Neden pıstık bu kadar, neden ayakta kalamadık? Neden azıcık da olsa bir dirayet gösteremedik? Neden içimizde hiç bahar barınamayacak kadar ayaza teslim ettik kendimizi? Neden hiç vuruşmadan, insanlığımızı hiç savunmadan adeta, bütün mevzilerimizi kaybedinceye kadar geriledik, geri çekildik?

“Dünyamızı genişletsin diye icat ettiğimiz şeyler” dedi kederle yanındakine, “artık sadece içimizi daraltıyor!”

Milyon tane temizlik ürünü alıyoruz evlerimize. Ama bakışlarımız kirli olunca hiçbir şey temiz görünmüyor!

Görme kabiliyetimizde bir sıkıntı olduğu belli... Ama bu arızanın sebebini gözlerimizde bulamıyor hekimler. İnsan, özünde hakikati berrak biçimde göremez hale gelmişse, elbet gözü de hakikati hakikatince göremez, göremiyor. Mesele gözlerde olsaydı, optik operasyonlarla iyi kötü bir çare bulunurdu görme bozukluklarımıza. Ama bizim sıkıntımız gözlerimizin zayıflamasında değil belli ki, gönlümüzün aydınlığının iyice azalmasında!

Merhum Nurettin Topçu ‘Var Olmak’ isimli kitabında, bugün artık görmekte güçlük çektiğimiz hakikate mim koyuyor: “Kâinat, ilâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denen bu güzel muammâ, ilâhî neşvenin bir geçidi, bir tecellîsidir. Gören gözler, yeryüzünde ilâhî neşveden başka bir şey görmüyor.”

Günün içindeki herhangi bir vakitte durup ne gördüğümüze bir bakalım. Bunu sık sık yapalım ki bilelim ne görüyoruz. İçimiz ne gösteriyor bize.
İyilik ve güzellik mi? İncelik ve nezaket mi?
Yoksa çirkinlik ve kötülük mü, fesat ve fücur mu, nobranlık ve katılık mı, gaflet ve delalet mi? Velev ki bütün bu kötülükleri başkalarının üstünde görüyor olalım, onları başkalarında arayıp bulan bizim gözlerimiz değil mi? Suyu arayan suyu bulur, ateşi arayan ateşi... Biz İbrahim değiliz ki, ateşin içinde suyu bulalım. Ne arıyorsak onu buluyor, onu görüyoruz. Gözlerimiz hangisine açıksa, gördüğümüz hep o. İnsanın, hayatın, iyiliğin, güzelliğin, hayrın peşinde olsak; Allah’ın arzında bundan çok ne var?

“Şeytanın gör dediği...” diye başlayan yaygın bir söz kalıbı var dilimizde, sık sık kullanıyoruz. Peki neden “Meleklerin gör dediği...” diye başlayan cümleler kurmaya en az bu kadar hevesli değiliz?

“Melekleri dinleyeceğiz, elmas gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın bütün kötülüklerinin, bütün acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşama gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna” diyor coşkuyla Anton Çehov, ‘Vanya Dayı’ isimli kitabında.

#Nurettin Topçu
#Anton Çehov
#Vanya Dayı
2 yıl önce
Gönlün heyecanı, gözün neşvesi
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…