|
Üzgün bir adam ve bilge sardunyalar

Gökyüzü her gün mavi ama bazen daha açık, bazen daha puslu, bazen bulutlarla kaplı... İnsan da öyle, bir çok zaman avutacak bir şeyler buluyor kendini ama bazen de bulamıyor. Gri bulutlar gelip kaplıyor içinin gökyüzünü boydan boya. Üzgün bir gökyüzüne benziyor üzgün bir adam... Yağacak bir yağmura bağlı ikisinin de umutları.

“Ve şimdi gökyüzü kadar/ yeryüzü kadar/ ve yüzün kadar bir hayatta/ bir benim/ pek de fark edilmeyen/ bakışlarım ne zaman/ seninkilere denk düşerse/ dengem bozulur/ bozulur büsbütün hevenklerim” diyor Suavi Kemal Yazgıç, ‘Taş Suya Değince’deki şiirlerinden birinde.

İnsanlar gözlerinden her zaman daha ürkek, daha çekingen, daha ketumdur. Söyleyemediklerini dinlemek istiyorsan insanların gözlerine bak, onları bakışlarında ara. Hiç şüphen olmasın, başka hiçbir yerde olmadıkları kadar oradadır bütün insanlar.

“Bazı günler neden daha kederli, daha melankolik oluyoruz?” diye sordu saksıdaki sardunyalara. “Çünkü bazı günler kendine söylediğin sözler yetmiyor!” diye cevapladı hep bir ağızdan ‘üzgün sardunyalar’.

Hikayemizde ne kadar derin izler bıraktıklarını bilmeden gelip geçiyor kimi insanlar hayatımızdan. Bunu onlara söyleyemiyoruz, çünkü söylemenin bir yolunu bulamıyoruz. Deneyemiyoruz bile bunu; bizim içimizin derinliklerine doğru kökleşen duyguların onlarda tutunacak bir yer bulamayacak olmasından korkuyoruz çünkü. Bazı hikayeler içimizde başlıyor, kendini dışımıza atamayan fırtınalar koparıp içimizin duvarlarını dövüyor, orada silinmez izlerini bırakıyor ve sonra çaresizce terkedilmiş bir sokak ateşi gibi küllendiriyor kendini.

Hiç kurulmayacağını bildiğimiz bir cümleyi içimiz yanarak bekleyişimiz neden? Bizi kimsenin bulamayacağı yerlere saklanıp orada sessizce ağlayışımız neden? Hayal ağacının dallarına kara çaputlar bağlayışımız neden? Kimsenin gelip geçmediği yollarda hiç gelmeyecek yolcuları bekleyişimiz neden? Hiç erişemeyeceğimiz yıldızlara doğru uzanışımız neden? Neden hikayemize sığdıramayacağımız kadar büyük şeylere bu kadar aşkla doluyuz? Neden hiç çözemeyeceğimiz denklemlerle uğraşıp duruyoruz? Merakımız, hasretimiz, aşkımız aslında neye? Niye boyumuzu aşan umutlara kapılıyoruz? Neyi özlüyoruz bu kadar, bile bile hiç kavuşamayacağımızı ve neden varamayacağımız bir şehre doğru tutkuyla yürüyüp duruyoruz? Neden cevabını belki de hiç bilemeyeceğimiz sorular sorup duruyoruz?

“Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki/ İşte bir horoz öttü yüzümün yarısında/ Yüzümde bir horoz var dünyanın biri/ Seni sevmek neden mi, acı ve güzel/ Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri/ Odalar! Çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli” diyor ‘Beyaz Atlar Sulara’ şiirinde Edip Cansever.

Madem matematiğin iki kere ikisinin dört ettiğinden bu kadar eminsiniz, ne yapsa hesabı tutturamayan insanları nasıl açıklıyorsunuz?

Bazı şeyler, bazı insanlar, bazı duygular hayatımızdan gelip geçiyor, bir yerde yollarımız ayrılıyor onlarla. Ama içimizde durum tam öyle değil; kalbimizin iskemlelerinde oturmaya devam ediyor o şeyler, o insanlar, o duygular ve biz ara ara gidip onlarla muhabbete kaldığımız yerden devam ediyoruz. Her insanı biraz şizofren kılan şeyler bunlar; zararsızca ve hiç su üstüne çıkmadan...

“İnsan dalgın bir halde ne zaman içinde yürüyüşe çıksa” dedi beyaz saçlı adam, “can elbisesinin eteği bir şeylere takılıp duruyor!”

#Kültür
#Sanat
#Edebiyat
#Gökhan Özcan
1 yıl önce
Üzgün bir adam ve bilge sardunyalar
Kara dinlilerle milletin savaşı
PKK’dan eroine: Rap müziğin gizlenemeyen pisliği
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar