|
Meyvenin sahibi kim?

Düşüncenin izahı nedir? Nerede oluşur düşünceler, hangi saikle, hangi sırayla? Neden o şeyi değil de bu şeyi düşünürüz? Neden o şekilde değil de bu şekilde, o kelimelerle değil de bu kelimelerle? Zihinsel olan her şeyi hayatın yüzüne vuran çıktılarıyla değerlendirmeyi bir ezber haline getirdik. Derinliklerimizde neler olduğuna dair, ruh köklerimizin nerelere uzandığına, nerelerle irtibatlı olduğuna kafa yoranımız pek az. Oysa her an, evet eksiksiz olarak yaşadığımız her an bu akıl almaz ‘mucize’yi yaşıyoruz. İçimizin derinliklerine birtakım anlamlar düşüyor? Nereden? Sonra o anlamlar harfleri, kelimeleri giyiniyor? Nasıl? Ve nihayet zihnimizin içinden bizimle konuşuyor. Biz kendimiz düşündük sanıyoruz, düşündük, ifadelendirdik ve söyledik. Hiçbir şey bir var eden olmadıkça var olamaz. Biz mi var ediyoruz kelimeleri, anlamları? Biz mi sıraya diziyoruz düşüncelerimizi? İyi ama nasıl yapıyoruz bunu? Nasıl ve neyle başlatıyoruz? Yaşadıklarımız mı ortaya çıkarıyor düşüncelerimizi? Yaşadıklarımızı biz mi kurguluyoruz peki? Varlığın en başına gidip orayı izah etmekten bir farkı yok, bir düşüncenin bir an önce yokken bir an sonra insan zihninde ortaya çıkıverişini.

“Gece yarısı şiddetli bir gök gürültüsüyle uyandım, peşinden sağanak halinde bir yağmur başladı. Uykum dağıldığı vakit, mağaradaki esrar hikayesini buldum hayalimde. Tamamen ani, öncü bir olay olmaksızın, izahsız, sembolsüz, bütün iç çelişkileriyle duruyordu. Bütünlüğü ve bütün ayrıntılarıyla. Lambayı yaktım; yazmaya, birisi dikte ediyormuş gibi yazmaya başladım. Dikte mi ediyordu... kim? Bilmiyorum. Bu hikaye bana nereden geliyordu, söylemesi kudretimin dışında. Benim bildiğim tek şey; onun bir sembol, bir alegori olmadığı. Göründüğünden başka bir şey olduğudur” diye bitiriyor ‘Sessizlik Mağarası’ öyküsünü Miguel de Unamuno.

Yazanlar bunu defalarca tecrübe etmiştir; bir hikaye nasıl ortaya çıkar, bir şiir nasıl inşa olur, bir roman nereden gelir, nereye akar, yazarken bunu yaşarsınız. Yazdığınız her kelimenin ilk okurusunuzdur çünkü. Zihninizde hiç olmayan bir şey kağıdın üstünde adım adım hayat bulur. O bütünü oluşturan kelimeler, ne daha önce o kağıdın üstündedir ne de zihninizde. Önce bir çiçek açar sanki zihninizin dallarından birinde, sonra o çiçek meyveye durur. Kimdir o meyvenin sahibi? Çiçek mi, dal mı, ağaç mı, tohum mu, toprak mı? Bütün bitkiler kökleriyle aynı topraktan beslenir, hepsi birbirinden farklı güzellikler verir, kimi çiçek açar, kimi meyve verir, kimi yeşillik katar hayata. Kimi metrelerce uzar gökyüzüne doğru, kimi yayılır sadece toprağın üstüne. Toprağın marifeti midir bu, havanın ya da suyun? Sadece görülür sebepleri birbirine bağlayarak hayata bir izah getirmek mümkün müdür? Hayat bütün bunların ötesinde irtibatlar taşımıyor mu derinliklerinde? Hepimiz bir bedenin hücreleri gibiyiz, kendi halimizdeyiz ama bunun ötesinde o bedenin sıradan ve bir o kadar olağanüstü bir zerresiyiz. Her şeyin nihayetinde hepimiz o aşkın bedenin bizi götürdüğü yere gidiyoruz. Kendi zerreliğimiz içinde kendi özgün rüyamızı görüyor ve buna dünya diyoruz.

“Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka alemden gelen peygambervarî rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız rüyalar. Peygambervarî rüşalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında, yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır” diyor

Andrey Tarkovski.

#Meyve
3 yıl önce
Meyvenin sahibi kim?
Sosyolojideki radikal değişim nedir?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir