|
Sevenin vakarı sevilene nispet edilir

İlkin, Peygamber Efendimizin büyük dedesi Haşim b. Abdülmenaf ile yeğeni Ümeyye b. Abdüşems arasında başlayan kabile rakabetinin, Haşimoğullarını temsilen Hz. Ali (ş. 661) ile Ümeyyeoğullarını / Emeviyeyi temsilen Muâviye b. Ebî Süfyân (v. 680) üzerinden sürdüğü ve Yezîd b. Muâviye b. Ebî Süfyân eliyle Kerbela Faciası’nı (680) ve bunu takiben, Medine (Harre olayı, Ağustos 683) ve Mekke kuşatmasını (Kasım 683) doğurduğu birçok tarihçi tarafından zikredile gelmiştir.

Yaşanılan hadiseler itibariyle Muâviye b. Ebî Süfyân devri fetret, Yezid devri ise facia, dehşet ve hüzün kelimeleriyle nitelenmiştir.

“...Din namına, Muaviye’yi yargılayacak değiliz” diyen Filibeli Ahmed Hilmi, “Tarihi, olayların aktarılmasından ve hadiseleri birbiri ardınca sürdürülen prensipleri kaydetmek ve kıyaslamaktan ibaret tutanlara göre, Muaviye’nin deha ve zekasına, karşı koyduğu ve üstesinden geldiği zorlukların büyüklüğüne şaşmamak mümkün olmaz.” kaydını düştükten sonra, sair olumsuz görüşleri sıralamaktan da geri durmaz.

Bu bağlamda, Ehl-i Sünnet imamlarımız, Muaviye’nin Hz. Peygamber ile yakınlığını ve bilahare Emeviler eliyle sürdürülen İslam fetihlerini, ilk mezheplerin temellerinin de onların zamanında atıldığını gözeterek, ilgili hesabı Allah’a havale etmekle birlikte, Ehl-i Beyt sevgisinde sabit ve kararlı olmuşlardır.

Zira, -Yine Filibeli’nin kelimeleriyle- “Ehl-i Sünnet imamlarının hemen hepsi Ali’nin faziletini söyleyen kişiler olmakla beraber aynı zamanda Ehl-i Beyt imamlarından istifade etmişler ve onların tilmizi olmakla da iftihar etmişlerdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Cafer-i Sadık’ın bir tilmizi olup, faziletli Ehl-i Beyt’in güzellikler dolu hayatlarını daima sitayişle anmaktan çekinmemiştir. İmam-ı Ahmed bin Hanbel, yalnız zevahir imamı olmayıp Ehl-i Beyt’in irfanını yüklü bir veli idi.

İmam-ı Şafii’nin Arafat hubeleri hatırlanırsa, Ali’nin ve Ehl-i Beyt’in kadrini ondan ziyade yücelten kişilerin nazir olduğu ifade edilir. İmam-ı Malik ve diğer imamlar hakkında da hep bu yolda düşünceler vardır. Şu halde Ehl-i Sünnet ve Şi’a’yı esas bakımından birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Zaruri olarak denilir ki: Her kim ki, Ehl-i Sünnettir, zaruri olarak Ali’nin şi’asıdır. Her kim ki Ali’ye mensuptur, bizzarure Ehl-i Sünnettir.”

Öte yandan, konu Yezid olduğunda, Ehl-i Sünnet mensuplarında tüm müsamahaların tükendiği; Kerbela Faciası’nın ve Harre Dehşeti’nin itidallerini iptal ettiği de bilinen bir gerçektir. Bu manada zikrettiğimiz her iki tutumun ve dolayısıyla yaklaşımın yegane nedeni sahabeye hürmet ve Ehl-i Beyt sevgisiyle ilgilidir.

Burada –Filibeli’nin de yukarıdaki tespitlerinden sonra haklı olarak sorduğu ve İslam Tarihi adlı eserinde detaylı olarak cevaplandırdığı- şu soru hemen akla gelivermektedir: “Peki ne oldu da, Sünni ve Şia ayrılığı gelişip genişleyerek bugünkü haline geldi?”

Bu husus, din-iktidar ilişkilerini ihtiva etmesi bakımından özel, siyasi yönüyle de uzun bir izahatı gerektirdiği için müstakil bir yazıyı hak eder. Dolayısıyla biz ilgili tutumda, İmamlarımızın tercihlerini izlediğimiz gibi, Kerbela Faciası ve Harre Dehşeti konularında da yine büyüklerimizin kanaatlerini izleme ihtiyacındayız.

Bu bapta, M. Asım Köksal’ın yakın zamanda Ketebe Yayınları arasından çıkan Hazret-i Hüseyin ve Kerbela Faciası adlı eserindeki şu kanaatini taşımaktayız:

“Unutulmamalıdır ki, Kerbela faciasının sorumluları, birkaç kişi veya zümre değildir.

Kanaatimize göre, bu facianın belli başlı sorumluları; kendilerinden başka İmam ve önder tanımadıklarını, yoluna baş koyduklarını ve her hususta kendisine yar ve yardımcı olacaklarını art arda gönderdikleri elçiler, yağdırdıkları mektuplarla bildirerek, Hz. Hüseyin’i Kufe’ye ısrarla davet ettikten sonra İbn-i Ziyad’a harar ve çuvallar dolusuna satılıp Hz. Hüseyin’den yüz çeviren ve bu ihanetleri yetmiyormuş gibi onu Kerbela’da kuşatarak şehit eden Kufe eşrafıdır.

Kufe eşrafından sonra; mevki ve makam ihtirası gözlerini bürümüş ve Kufelilerin Hz. Hüseyin’e bey’atlarını Yezid’e jurnal edecek kadar şahsiyetsizleşmiş olan Ömer b. S’ad gelir.”

M. Asım Köksal, asıl suçlu mevkiinde olması gereken diğer zevatı da zikrettikten sonra şu hükme varmaktadır:

“Bu faciaya sebep olan veya isimleri karışanlara çatmak, lanet okumak faydasızdır. Adalete yakalarını teslim etmiş olanlara, en ağır suçlu da olsalar, dışarıdan yapılacak karışmalar hoş karşılanmaz.”

Zira sevenin vakarı sevilene nispet edilir ve Kerbela şehitleri de vakarla sevilmeyi hak ederler.

#Mekke
#Muaviye
#Din
#İktidar
3 yıl önce
Sevenin vakarı sevilene nispet edilir
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset