|

Asım’ı yeniden hatırlamak

Asım, her ne kadar bugün şiirlerde, konferanslarda, televizyon ekranlarında anılmaya devam etse de yeni nesiller için bir rol model olmaktan gittikçe uzaklaşıyor. Bir bakıma, dindar ebeveynler kendi çocukları gözünde bir rehber olmaktan çıkıyor diyebiliriz. Bu değişimi, medyanın öne çıkarmayı sevdiği biçimde sadece iktidar sonrası, “fazilet” noktasında yaşanan bireysel ve örgütsel kusurlara indirgemek büyük bir hata olur.

Haber Merkezi
02:55 - 14/08/2021 Cumartesi
Güncelleme: 13:29 - 9/09/2021 Perşembe
Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
NUMAN AKA - YAZAR

Son yıllarda huyu suyu değişen hatta kimi aşırı yorumlarda, kaybedildiği söylenen yeni dindar nesillerle ilgili derin hayal kırıklıkları gündemin bir kefesini işgal ederken gençlerin de önceki nesillerle ilgili beklenti ve şikâyetlerinin arttığını müşahede ediyoruz. Bildik kuşak çatışmasının ötesinde adı henüz konulmamış bir sürtüşme cereyan ediyor dindar kesimlerde. Yüzyılı aşkın bir süre Türkiye’deki dindar muhayyilesinin ve İslamcılık fikriyatının sembol ismi olmuş Asım’ı ve bu karaktere hayat veren milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u yeniden hatırlamak, sonuç vermediğini düşündüğüm bir üslupla devam ettirilen bu sürtüşmenin ortasında, meseleyi köklü bir şekilde ele almak için bize iyi bir fırsat sunacaktır.

Mehmet Akif, memleket ne zaman dara düşse, mısralarında idealize ettiği genç Asım kişiliğine sahip, “marifet ve fazilet” sahibi yeni bir neslin ortaya çıkıp ümmetin ve memleketin derdine derman olacağı inancıyla yaşadı ve yazdı. Ona göre bu iki kudret, milletlerin ikbâli için en önemli mefhumlardı. Akın akın Çanakkale’ye, vatan savunmasına koşan eğitimli gençlerin varlığından duyduğu coşkuyla şu mısralar sadır olmuştu dilinden:

“Asım’ın nesli diyordum, nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek”

Ne ki; umut ettiği inkılap gerçekleşmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına şahitlik etti. Çok geçmeden başlayan İstiklal Savaşı, onu tekrar umutlandırmıştı. Tarih, bir kez daha ona, varlığından ümitvâr olduğu gençliğe hitap etme fırsatı sunmuştu. “Korkma!” diye başladığı, İstiklal Marşı’mızda onları bir kez daha din ve vatan müdafaasına çağırdı. Zaferle taçlanan bu şahlanışın ardından yaşananlarsa, onu madden sürgün hayatına, manen ise derin bir yeise mahkum etti. Yeni Türkiye’de umduğunun aksine esen rüzgârlar, kendi ifadesiyle, “namazlarını bile secde-i sehivsiz tamamlayamayacak bir dalgınlığa” ve zihni bocalamaya itmişti onu. Milli şairimizin içini yiyip bitiren keder baki miydi, Asım’ın nesli yitip gitmiş miydi gerçekten?

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dine ve dindarlar üzerine artan bir şiddette yönelen devlet baskısı, İslam alimlerini, dindar münevverleri ve muhafazakâr siyasi figürleri yavaş yavaş düşünce haritamızdan silmişti ya da öyle görünüyordu. Sonradan müşahede ettiğimiz üzere, İslam’ı öğretmek ve Müslümanca yaşamak azmi bitmemiş, “Aydınlanmacı” seküler bir nesil oluşturmayı kafasına koymuş Cumhuriyet elitinin haşin gözlerinden ırakta, bambaşka bir tarih oluşmaya başlamıştı. Memleketin dört bir tarafında, imkânları kısıtlı ve birbirleriyle olan bağları geçmişe nazaran zayıf çeşitli dini ve milli yapılar neşvünema bulmaya başlamıştı. Bu sessiz ve derinden ilerleyen hareketlerin birincil amacı Din-i İslam’ı yaşatmak ve öğretmekti. Meclislerinde adı anılsa da anılmasa da her birinin hedefi yeni Asımlar yetiştirmekti. Mehmet Akif, sürgünde bulunduğu Mısır’dan tedavi için geldiği İstanbul’da, birkaç eski tanıdığı hariç kimsenin bilmediği ıssız bir apartman dairesinde dar-ı bekaya göç ettiğinde, varlığından bihaber olduğu, tanısa belki bir nebze teselli bulacağı bu ocaklarda yetişen gençlerin omuzlarında Edirnekapı’daki istirahatgâhına taşındı.

M. Akif’ten bir göbek sonra, yine bir şairin, Necip Fazıl’ın hitabında rastlıyoruz Asım’a. Adı geçmese de, bahsini ettiği “zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurundaki genç, Asım’ın ta kendisi idi. Din ve vatan için “kim var!” diye seslenilince, sağına soluna bakınmadan öne çıkacak olan Necip Fazıl gençliğini, Asım’ın neslinden ayıran sadece şairlerin üslubu idi.

Tarih 1990’ları gösterdiğinde, hâkim seküler yapı ve toplumsal uzantıları, bin yıl sürdürmek kastıyla, önünü alamadığı dindar nesiller üzerinde, geçmiştekine benzer siyasi ve toplumsal bir baskı kurmaya soyundu. Fakat cumhuriyetin ilk yıllarındaki güçlerinden çok şey kaybetmişlerdi. En önemli mevki ve makamları işgal etseler de yozlaşmış, yorulmuş ve fikren içi boşalmış bir zihniyetin temsilcileri olarak memlekete ve millete umut vermekten uzaktılar. Nitekim on yıl bile geçmeden güçlerini kaybettiler. Millet, fazilet sahibi gördüğü ve artık marifetli de saydığı dindar nesle memleketi emanet etmenin zamanı geldiğine karar verdi.

Bu tarihi üstünkörü de olsa yazmalı ve hatırlatmalıydım. Yazımı, 15 Temmuz 2016’daki hain darbeye cesaretle direnen gençlerin destanıyla sonlandırıp Asımların tükenmeyeceği muştusuyla bitirebilirdim fakat bugün yaşadığımız fikri ve toplumsal çalkantılara tam olarak ışık tutmamış olurdum. Hele son darbeye kalkışanların “Asımın Nesli” ideali ile yetiştiğini, hatta kendilerine daha büyük bir paye vererek “altın nesil” dediklerini düşünürsek durum göründüğünden çok daha karmaşık bir hal alır.

Asım, her ne kadar bugün şiirlerde, konferanslarda, televizyon ekranlarında anılmaya devam etse de yeni nesiller için bir rol model olmaktan gittikçe uzaklaşıyor. Bir bakıma, dindar ebeveynler kendi çocukları gözünde bir rehber olmaktan çıkıyor diyebiliriz. Bu değişimi, medyanın öne çıkarmayı sevdiği biçimde sadece iktidar sonrası, “fazilet” noktasında yaşanan bireysel ve örgütsel kusurlara indirgemek büyük bir hata olur. Adil bir değerlendirme yapacak olursak, ebeveynlerinin bugünkü nesil için marifete giden yolun önündeki engelleri kaldırarak kendilerine koydukları hedefleri yerine getirdikleri ve cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir ısrarla milletin teveccühüne mazhar oldukları söylenebilir. Öyleyse, yazdığım tarihçeye tekrar dönüp neyi gözden kaçırdığımıza bakmakta fayda var.

HALUK’UN HİKAYESİ

Milli şairlerimizden ve Mehmet Akif’in çağdaşı Tevfik Fikret, oğlu Haluk’u Robert Kolej’e gönderdiğinde “Bol bol ışık getir; teknik getir; uygarlık getir!” diye uğurlamış. H. Haluk Fikret, kendisiyle yapılan bir söyleşide, sonradan niçin din değiştirdiğine dair soruya “Din değiştirmemin yakınlarımı bu kadar mutsuz edeceğini bilmiyordum.” diye cevap vermiş. İfadelerinden, ilerlemiş yaşına rağmen hala nedenini çözemediği anlaşılıyor. “İlkokul dâhil, öğrenimimin tamamını Hristiyanlık inancının kendini açıkça hissettirdiği kurumlarda yaptım. Gene de İslamiyet ve Türkiye’ye toz kondurmadım. Düzgün bir insan olarak kendimi herkese kabul ettirdim. Babamın adını kirletecek, onun ruhuna acı verecek en ufak bir hareketim olmadı. Doğduğum ülkeyi her fırsatta yücelttim. Daima Türk kökenli olarak bilindim ve bundan da gurur duydum. İsmim doğduğumda neyse, şimdi de o: Hüseyin Haluk Fikret”.

Tevfik Fikret’in de içinde yer aldığı dönem mütefekkirlerinin Avrupa’dan yükselen “Aydınlanma” felsefesi ile ilgili düşünceleri eleştirel olmaktan çok romantikti. Bilimle ilerleme düşüncesinin cazibesi, uzun zamandır şaşaalı günlerini arayan, maddi zenginliklerini bir bir yitiren ve coğrafya olarak küçülen imparatorluğun okumuş tabakasının, istisnasız başını döndürmüştü.

Mehmet Akif böyle bir atmosferde doğdu. Çağının romantik ilerlemeciliğinden ve pozitif bilimciliğinden o da payını aldı. Batı’nın bilim ve teknolojisi, Müslümanın kayıp hazinesiydi. Eksik olan bilim ve teknoloji kuşanıldığında, memleketi dört bir taraftan sıkıştıran Batı’nın tek dişi de sökülebilecekti. Oysa Batı medeniyetine gücünü veren Aydınlanmacı seküler bakış açısı ortak kabul etmiyordu. Dindar mütefekkirlerin o dönem açıkça göremediği noktalardan en önemlisi buydu. Sorun, Batı’nın yetkin olduğu bilim ve teknolojide marifet sahibi olmaktan ibaret değildi sadece.

Dindar mütefekkirler, “Modern Dünya” anlayışına modern dünyanın teçhizatı ile cevap verme düşüncesinin içinde barındırdığı çelişkiyi, dini yaşamak ve öğretmekten yoksun bırakılmaktan ileri gelen mağduriyetler, cebir ve şiddete varan siyasi baskıların altında pek fark edemediler. O şartlarda bu tür derin bir sorgulama beklenemezdi belki de. Çünkü geniş çaplı bir okuma, araştırma ve tartışma imkânı olmadan bu derin çelişkinin görülmesi mümkün değildi. Bu yüzden olsa gerek Cemil Meriç gibi, dindar çevrelerin dışında yetişmiş isimlerde görüyoruz ilk sorgulamaları. Yurt dışında ise, sonradan ihtida eden Rene Guenon ve talebeleri işliyorlardı bu mevzuları.

“MARİFET BİR DE FAZİLET… İKİ KUDRET LAZIM”

Aynı çağın şairleri olarak Mehmet Akif ve Tevfik Fikret rekabeti bir asırlık Türkiye siyasi tarihinin bir özeti gibidir. Fakat pek çok açıdan ortaklaştıkları noktalar vardır. Mehmet Akif de Tevfik Fikret de tahayyül ettikleri ideal gençliğe aynı şeyi salık vermiş, benzer hedefler göstermişlerdi aslında; marifet ve fazilet sahibi olarak memleketi içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmayı. Aralarındaki en belirgin fark, birinin memleketin kurtuluşunu İslam medeniyetini ihya etmekte, diğerinin ise Batı medeniyetine ilhak olmakta görmesi. Bu derin fikir ayrılığı, kabaca ülkemizin siyasi ve toplumsal çatışmalarının ana kaynağıdır.

Marifet; en basit insani becerilerden tekniğe, zanaattan bilime, ilimden irfana pek çok mefhumu içeren bir kelime. Basit bir tarif yapmak gerekirse; bilgi, bilgiye giden yol (bilim) ve bilgiyle varılan hikmet olarak tanımlanabilir. Modern bilim “nasıl” sorusuyla ilerler ve “niçin”i arkasından toparlaması için felsefecilere bırakır. İslam dini ise, pratik bilimler de dahil tüm ilim türlerine “niçin”e cevap vermeden giriş yapmaz. Bu zannedildiğinden daha derin ve temel farktır. İslam’a göre marifet ancak “hidayet”le hakiki anlamını bulmaktadır.

Hidâyet; “doğru yola girmek, doğru yolu göstermek” mânasında masdar, “doğru yol, kılavuzluk” anlamında isim olarak kullanılır ve “amaca ulaştıracak yolu gösterme, bu yol için kılavuzluk etme” manasına gelir. İslami bir terim olarak; Allah’ın, peygamberler ve onlar aracılığı ile gönderdiği vahiy üzere insanlara doğru yolu göstermesidir.

Fazilet ise, en yalın haliyle erdem olarak tercüme edilebilir. Ahlaki meziyetlerin tümü için kullanılabildiği gibi daha dar bir çerçevede, bireyi mutlu eden yaşam düsturu manasına da gelir. Neye fazilet denileceği marifete yani öğrenilen bilgiye göbeğinden bağlıdır. Tıpkı marifet için söyleyebileceğimiz gibi fazilet kavramının da ilahi bir merkez noktasına ihtiyacı açıktır. Değişken, insanın kendiyle kaim bir marifet ve fazilet anlayışının bulanıklığı, iyi ve kötünün göreceli hale gelmesi insanlığı bir felakete de götürebilir. “İstikamet”i önemlidir. Öyle ya, Asım ve Haluk, her ikisi de birbirlerine benzer marifet ve fazilete sahibi oldukları halde istikametleri çok farklı oldu. Bir Müslümanı, marifet ve fazilet sahibi yapan ve onu doğru doğru istikamette tutan “Allah’ın hidayet”idir.

Günümüz Türkiye’sinin dindarları, kendilerinden önceki cumhuriyet nesillerine kıyasla dini öğrenme ve yaşama konusunda daha az mücadele gerektiren bir dünyaya gözlerini açtıklarından son iki yüzyıldır süregelen çelişkiler daha aşikâr bir hal almakta ve yakıcı bir şekilde hissedilmektedir. Tıpkı Haluk Fikret gibi ilkokuldan itibaren nesnel ve evrensel olduğu varsayılan Aydınlanmacı Batı anlayışının içini doldurduğu bir eğitim ve öğrenim süreci geçiriyor, yine Batı hegemonyasının çerçevesini çizdiği bir toplum, hukuk ve iktisat düzeni içerisinde yaşıyorlar. İletişimin gelişmesi ile bilgiden kültüre, yeme-içmeden eğlenceye dindar olanla, olmayanı ayıran bir çizgi kalmamış gibidir. Dinin, izlenecek yol ve düzen anlamındaki rolü yok denecek kadar azalmıştır. İnanmayanlar için din, en hafif tabirle kültürel bir öge, belli bir dereceye kadar hoş görülebilir bir ilkelliktir.

Modern algılayış, bizzat dindarları, dini bireysel bir fazilete indirgemeye zorlamaktadır. Batı Medeniyeti’nin evrensellik iddiası, insanlar nezdindeki yaygın kabulden ileri gelmektedir. Hakikat gözüyle bakıldığında bunun doğru olmadığı görülecektir. Aydınlanma fikri ve ilerlemeci tarih anlayışı ilahi yol göstericiliğin reddedilmesiyle ortaya çıkmıştır. Kaçınılmaz bir zorunluluk değil bir tercihtir. Dini açıdan, bir sapmadır.

“Hidayet”ten yoksun bir marifet ve fazilet anlayışı Müslüman nesilleri istikametsiz bırakmaktadır. Bu meselenin üstesinden henüz gelinememiş olması, önceki nesillerin şimdikilerin gözünde kusurlu bulunmasının asıl nedenidir kanaatimce. Asım, marifet ve fazilet anlayışıyla bendesi Haluk’un değil, bizatihi tabi olduğu seküler düzeninin karşısına dikilebilmelidir.

#Numan Aka
#Mehmet Akif Ersoy
#Tevfik Fikret
#Asım'ın Nesli
#Osmanlı İmparatorluğu
#Cumhuriyet
3 yıl önce