|
Siyasette en talihsiz 3 durum

Siyasi iletişimde insanın içine düşebileceği en talihsiz üç durum nedir, diye sorsalar, şöyle sıralardım:

1. Gündemi rekabetin belirlemesi, yönetmesi, benim de onun arkasından koşup, laf yetiştirmek, cevap vermek, kendimi haklı haksız savunmak ya da rakibe saldırmak zorunda kalmam.

2. Genel seçmen nezdinde kendi özgün fikrimin ve yeterli kadrolarımın bulunmadığına ilişkin bir algının oluşması ve benim bu algıyı düzeltmek için şuursuzca kafası kesik tavuklar gibi orada oraya koşturduğum izleniminin

ortaya çıkması.

3. Aslında işin özü, adresi ve tanımlanmasının bir gereği olarak benim savunmak durumunda olduğum neredeyse bütün "ileri ve toplum yararına" önerilerin, rakibim tarafından kamuoyu ve vicdanına sunuluyor olması... İleri işler rekabetten gelince de, ille tersini savunacağım diye, köşeye sıkışmam…

İçki reklamlarına kısıtlama getirilmesi ve şişelerin (paketlerin) üzerine sigarada olduğu gibi uyarı yazılarının konması meselesinde CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu"nun tutumu ve resmi parti duruşu, bana bir kez daha yukarıdaki talihsizlik durumlarını hatırlattı. Ülkemizde ciddi olarak güç eksikliği duyulan ve memleket meselesinde neredeyse geleneksel hale gelmiş "kuvvetli muhalefet" eksikliği (kuvvetten kasıt, daha çok bağıran, daha ağır hakaret eden değil) had safhaya gelmiş durumda… Bir tarafın toplumdaki pek çok hasarını ortaya koyarak, bilimsel olarak kanıtlar getirerek içki tüketimini Kuzey Avrupa ülkelerindeki gibi sınırlamaya çalışırken, öteki tarafın "rejim tehlikede" sakızını çiğneme, dolayısıyla yılların tekrarlarına düşme riskini göze alarak, sanki alkolizmden yanaymış gibi bir tutum takınıyormuş algısı yaratıyor durumuna düşmesine

üzülüyor insan…

Tebrikler Al Baraka Türk!..

Başarılı PR şirketlerimizden (bir gün çatı kuruluşu İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği"ne (İDA) üyelikleri kabul edilir İnşallah) Team İletişim"den Nuray Büyükbaş hanım bir mesaj yollamış. Son günlerde içimi mesleki açıdan en fazla esenlik duygusu ile dolduran haberlerden biridir diyebilirim. Nuray Hanım özetle demiş ki:

"Sizin İK ile ilgili yazılarınız olduğunu hatırlıyoruz. Albaraka Türk İnsan Kaynakları Departmanı"nın ismini İnsan Kıymetleri olarak değiştirdi. Konunun ilginizi çekeceğini düşünerek bilgilendirmek istedik."

Sonra da haberin ayrıntısını geçmiş:

"Albaraka Türk Yönetim Kurulu, 10 Mayıs tarihindeki toplantısında önemli bir karar alarak, bankanın çalışanlarına verdiği önemin daha da iyi vurgulanması amacıyla İnsan Kaynakları Müdürlüğü"nün adının "İnsan Kıymetleri Müdürlüğü" şeklinde değiştirilmesini kararlaştırdı.

İçinde 43 önemli projeyi barındıran bankanın dönüşüm projesi olan Simurg kapsamında yapılan çalışmaların da bu değişikliği desteklediğinin altını çizen İnsan Kıymetleri Müdürü Temel Hazıroğlu, "Aslında İnsan Kıymetleri isimlendirmemiz, dünyanın en iyi katılım bankası olma vizyonuna sahip Albaraka Türk"ün insana bakışını da ortaya koymaktadır" dedi.

İnsanı bir üretim faktörüne indirgeyen, insana bir kaynak olarak bakan anlayış bizi ifade etmemektedir. Çünkü, insan bir kaynak değil değerdir, kıymettir.

Bizim anlayışımızda insan evrenin merkezindedir. Eşref-i mahlukattır. Her insan biriciktir, ayrı bir kıymettir, değerdir. Her şeyden öte insan bir ruh taşımaktadır. İnsanda bir merhamet duygusu vardır. İnsan insanın kurdudur, yaklaşımından, insan insanın huzurudur, anlayışına ulaşmamız gerekmektedir."

Bu konuyu ilk kez 2003 yılında dile getirmeye başlamışız. Tarım toplumunda insana meta, sanayi toplumunda kaynak olarak bakıldığını, bilgi toplumunda ise insana bir kıymet, sürekli olarak yenilenebilecek bir değer olarak bakılması gerektiğini vurgulamışız.

Konuyu 2005"te yayınladığımız "Algılama Yönetimi" adlı kitabımızda da ayrıntılarıyla dile getirmiştik. O dönemde kartvizitlerinde Personel Yöneticisi ya da İnsan Kaynakları Müdürü yazanlardan ileri görüşlü olan arkadaşların dışında kalan bilumum vatandaşlardan agresif karşı çıkışlar aldık. Bu işin ustalarından bazıları da (Pembe Candaner gibi) ilk günden beri destek verdiler. "İnsan kıymettir, kaynak değil" son "özet" yazıyı da 18 Nisan günü bu sütunlarda yayınlamışız.

Gelin de Al Baraka gibi büyük bir kuruluşun bu yaklaşımın pratikte arkasında durmaya karar vermiş olmasına sevinmeyin. Darısı diğer kuruluşlarımızın başına. İnşallah konuya, bir gün "John Smith" beyefendinin el atmasını ve projeyi kendilerine birkaç milyon dolara "yeniymiş gibi" satmasını beklemeden uyanır, değişimin bir parçası olurlar…

"Bize bir şey olmaz!"

Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi"ndeki "İklim Değişikliği: Enerji-Çevre" konulu seminerde Nobel Barış Ödülü sahibi Dr. Rajendra K. Pachauri "Yanlış yönde gidiyorsan hızının önemi yoktur." demiş. Kuzey yarımküredeki buzulların erimesiyle, okyanus su seviyesinin arttığını tekrarlamış ve "Geçtiğimiz yazdan bugüne deniz seviyesinde 17 cm"lik bir artış görüyoruz. Milyonlarca insan deniz seviyesindeki yükselmeden ötürü sel felaketiyle karşılaşacak" demiş. İşte size "incir çekirdeğini doldurmayacak" kadar "hafif" görüldüğü için olmalı, nazarlardan esirgenen konulardan biri daha.

Aynı zamanda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Başkanı da olan Pachauri, küresel ısınmanın, karbondioksit emisyonunu arttırarak özellikle tarım sektörü üzerinde olumsuz gelişmelere neden olacağına işaret etmiş. Bunun anlamı şuymuş:

Dünyanın belirli bölgelerinde çiftçiler sadece kendi geçimlikleri için üretim yapıyorlarmış. Eğer tarımsal etkinlik azalırsa, insanlar hayatlarını idame ettirmek için gerekli gıdayı bulamayacaklarmış. Bu, beraberinde açlık ve yetersiz beslenmeyi getirecekmiş. Dahası da var: Gıda güvenliği de tarımsal etkinlik azaldığı için tehlikeye girecekmiş.

Çevre konusunda komplo teorisi olur mu? Devamı da var çevre senaryosunun:

Su kaynaklarımızın azalmasıyla birlikte tarım ürünleri, dağlardaki kar örtüsü ve birçok hayvan türü tükenecek. Gelişmelerden özellikle turizm sektörü etkilenecek. Su kaynakları kuruyacağı için ölüm oranları artacak.

Bu arada Pachaurai, Hollanda"nın alt yapı sistemini inşa ederek deniz seviyesindeki yükselmeyle başa çıkmayı başardığını söylüyor. Ayrıca iki pratik önerisi daha var: Araştırma- geliştirmeye daha çok bütçe ayrılması ve kuraklığa dayanıklı tohumların üretilmesi...

Ancak meselenin özü, bilindiği gibi karbon emisyonu oranları düşürebilmek için ülkeler arasındaki işbirliğinde gizli. Ezberlediğimiz ama çaresini bulamadığımız, yenilenebilir enerji kaynakları; örneğin güneş enerjisi ile çalışan arabalar… "İncir çekirdeğini doldurmayacak" sanılan çevreye dair her sorun, başlıbaşına bir hayat memat meselesi... Hayatın özü olan sudan bizi mahrum bırakacak bir kuraklık kapımıza dayanıyor ve "Ya öyle mi?" ya da "Bize bir şey olmaz" diyerek konuyu geçiştiriyoruz. Bu konuyu "çıkmazdan" kurtarabilecek olan ilk büyük adımı atan kim olursa, o kazanacaktır.

11 yıl önce
Siyasette en talihsiz 3 durum
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi