|
Allah’a tanrı denmez ve Allah’ın emaneti hayvanlara zulmedilmez

Aslında bugün için İlâhiyat Fakültesi mezunlarının atanmasına yönelik haksızlığı dile getiren bir yazı yazacaktım ancak bu haksızlığın giderilmesi konusunda o kadar hızlı davranıldı ki, hükümet sağ olsun, bu haksızlığı bir yasa ile önleyeceğini beyan etti, bu konuda müjde bekleyenlerin mağduriyetlerinin giderilmesine çok sevindim.

Bu hafta askerin, “Tanrı’mıza hamd olsun” yemek duâsının da olması gerektiği gibi “Allah’a hamd olsun” şeklinde değiştiğine şahit olduk. Çok büyük feveran kopmasa da bunun üzerine bir miktar tartışma döndü. Dilim döndüğü kadar, aldığım İlâhiyat eğitiminin hakkını vermek amacıyla, makbul kaynakları referans alarak, neden Allah’a, tanrı denmeyeceğini ifade etmeye çalışayım.

Merhum âlim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde der ki:

‘"Allah" gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.’

‘İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden bir şey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.’

‘Bunun bir özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı Küll = Her şeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilâh"ın çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da "hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur. ‘

‘Tefsirciler, "Allah " özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gayeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:

İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından “Allah” yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.’

‘Önce Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (Zümer, 39/38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrail, Cebrail, Mikail" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.’

Merhu, söylenmesi gerekeni en güzel şekilde ifade ettiği için üzerine söz söylemeye gerek görmüyorum, bir duânın olması gereken hale getirilmesinde çalışanlara da teşekkürlerimi sunuyorum, Allah’a hamd olsun, bu iyileştirmeyi de gördük.

Yaşam Hakkının Kutsallığı

“Kainattaki tüm varlıklar, Allah'ı tesbih ederek zikrederler. Bu yüz­den bir hayvan öldürmek veya bir hayvan topluluğunu yok etmek, bir ümme­ti ortadan kaldırmak olur.”

Geçtiğimiz haftalarda televizyon programı sunucusu Tanem Sivar Dirvana’nın iki köpeği, yaşadıkları evin bahçesinde atılan zehirli yiyeceklerle öldürüldü.

Tanem Hanım ve âilesi tanınmış kişiler olduğu için, medyaya ulaşma imkânları daha kolay olduğu için haber kısa zamanda yankılandı.

Tanem Hanım’ın basın toplantısı sırasında anlattıklarını dinlerken çok duygulandım: “Hayvanlarımız hamileliğim sırasında bizi korudu” dedi ve daha fazla dayanamayarak kendisi de ağlamaya başladı…

Tanem Sivar ve eşi Edhem Dirvana, hukukçulardan oluşan bir heyetle birlikte hayvanların korunması için yeni bir yasa tasarısı yaptıklarını ve bunu Ankara'ya sunacaklarını açıkladılar. Bu habere çok sevindim kendi köşemde de bu girişime destek vereceğimi belirtmek istedim.

Çocukluğumdan bu yana evimizde ve bahçemizde mutlaka bir hayvanımız oldu, o zamanlar hayvanlarımıza karşı hislerim “arkadaşlık” üzerineydi, şimdi âilemin evine bir kedimiz var; Duman. Ona karşı hislerim çocukluğumdaki gibi “arkadaşça” değil, daha çok “korumacı” şekilde, hayvanı olan birçok insanın hissettiği gibi… Artık tüm programımızı Duman’a göre yapıyoruz, onu yanımıza almadan uzun süre evden çıkamıyoruz, kendine zarar vermesin diye evde ona uygun alan açıyoruz, o da evimizin neşesi oldu, uyurken, yeni uyanıp şımarıklık yaptığında onu izliyoruz… Kederliysem saklandığı koltuğun altında patisiyle ayağıma dokunması tüm kederimi alıp götürüyor. Ve bir de “korumacılık” hissi var tabi, artık yeni bir endişem var; “Ya Duman’a bir şey olursa…”

Sadece ben mi… İstanbul sokaklarında her gün hayvanları yedirmeyi ve korumayı kendine görev edinmiş güzel kalpli insanlar var, topal bir kediyi yolda bulup sahiplenen var, hasta bir hayvanı ameliyat ettirenler var, iyi ki var. Ama bir de öteki tarafta hayvanlara vicdansızca eziyet edenler var, bunların bazısı bulunamıyor, bazısı hak ettiği cezayı almadığı için diğer caniler cesaret buluyor. Hayır, bu katliamları izlemek zorunda değiliz. Hayvanların yaşam hakkına saldıran kim varsa en kısa zamanda hak ettiği şekilde cezalandırılmasını talep ediyoruz.

Hani hayvanlar için “sahipli-sahipsiz” ayrımı yapılıyor ya, emin olun hiçbirisi sahipsiz değil, ağzı dili olmayan ama bizleri sevecek kadar güzel o hayvanlar Allah’ın bize emaneti, yoldaki bir genç kızı kapkaçtan kurtarırken, evimizi korurken, mahallemizi korurken, sevgileriyle kalplerimizi ısıtırken, engelli evladımıza arkadaş olurken, yalnızlığımı paylaşırken bizden “sevgiden” başka hiçbir şey beklemeyen o masumları korumak, kollamak, yaşam hakları için savaşmak bizim ödevimiz olmak zorunda, lütfen bu konuda desteklerinizi esirgemeyin.

#Elmalılı Hamdi Yazır
6 yıl önce
Allah’a tanrı denmez ve Allah’ın emaneti hayvanlara zulmedilmez
Bayram ve endişeli modernler
Yeni Anayasa
Anayasa: Demokratik yol haritası
Kara dinlilerle milletin savaşı
Sisli hava dağılır mı?