|
Ölüm korkusunun tedavi edildiği kahvehane

Merhum Nasreddin hocamız, cenaze kabristana götürülürken, tabutun sağında mı, yoksa solunda mı bulunmak gerekir diye kendisine yöneltilen soruyu, içinde bulunma da, neresinde bulunursan bulun diye cevaplandırmış. Hocamız bizi gülümsetmeye devam etsin, ama unutmayalım ki, herkes bir gün bu nakliye vasıtasına binecek. Rabbim hepimize hayırlı yolculuk nasip etsin.

Tabut alimlere ve şairlere de konu olmuş. Bu hususta en ibret verici şiirlerden birinin de Necip Fazıl’a ait olduğunu biliyoruz. Üstadın hayranlık duyduğu son devir İslam âlimlerinden ve İstanbul dersiâmlarından merhum Hacı Cemal Efendi’nin hayat hikâyesinde de tabutla ilgili bir iki anekdota rastlıyoruz. Kısaca nakledeyim.

Heyecanlı vaazlarıyla, nükteli sözleriyle İstanbulluların büyük ilgisine mazhar olan Cemal Hoca aynı zamanda şefkat ve merhamet timsaliydi. Özellikle fakir ve kimsesiz talebelerle yakından ilgileniyordu. Bir gün, bir vaazından sonra mahcup bir delikanlı çekinerek de olsa, yanına yaklaşıyor. İstanbul’a dini ilimleri tahsil etmek için geldiğini söylüyor. Hoca Efendi derhal nerede kaldığını, nasıl yaşadığını soruyor. Mahcup delikanlı, bir camide müezzinlik yapan bir yakınının yanında idare ettiğini söylüyor. O devirde müezzinlerin çok az maaş aldıklarını bilen Hoca Efendi endişeyle soruyor: “Evladım, yorganın döşeğin var mı?” Öğrenci, “Efendim, döşeğim yok, ama yorganım bana yetiyor!” cevabını veriyor. Hoca efendi, “Yavrum, döşeksiz, sırf yorganla yatılır mı?” deyince şu çarpıcı ve göz yaşartıcı cevabı alıyor:

Hocam, yorgan bana kâfi geliyor. Çünkü bir ucunu altıma alıyorum, diğer tarafını da üstüme çekiyorum. Sonra da cami avlusundaki bir tabutun içine giriyorum. Kapağını da üzerime çektim mi, içerisi sımsıcak oluyor. Meşhur vaizimiz, delikanlının bu sözleri üzerine hemen kendisini himayesine alıyor, iyi bir tahsil yapması için ön ayak oluyor, böylece geleceğin ünlü müftülerinden birini yetiştirmenin mutluluğunu yaşıyor.

Tabutla ilgili diğer anekdot ise şöyle:

Aynı zamanda büyük bir vatansever olan Cemal Hoca, Milli Mücadele’ye de katkıda bulunuyor. Anadolu’daki Kuvayı Milliye’ye destek veriyor. Kızı Hikmet Anne’nin anlattığına göre, İstanbul işgal edilmiştir ve Maçka Silahhanesi sıkı bir kontrol altındadır. Ama o, imkânsızı mümkün kılıyor. Şöyle ki: Derhal kocaman bir tabut hazırlatıyor. Etrafına da cemaat olarak 5-10 kişi yerleştiriyor. Bunlardan birinin Maçka Silahhanesi’ndeki oğlu – güya – ölmüştür. Gidip cenazeyi oradan alacaklar ve gerekli işlemler yapıldıktan sonra götürüp defnedeceklerdir. Cenaze sahibi rolündeki zatın eline mendile sarılmış bir acı soğan verilir. Adamcağız, bunu sık sık yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarığı ve cübbesi ile Hoca Efendi, arkasında da cenaze sahibi ve tabutu taşıyanlar Maçka Kışlası’na girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeriye giren cemaat kendi üzerlerini ve o kocaman tabutu ağzına kadar silahlarla doldururlar. Ve yine üzgün ve süzgün gözlerle oradan çıkıp giderler. Ne büyük bir fedakârlık örneği!..

Sözün burasında, devrin padişahı Üçüncü Mustafa ile Eyüp Sultan’daki Kaşgari Tekkesi’nin şeyhi arasında geçen ibret verici bir tabut hikâyesini de nakletmek isterdim, ama aşağıda nakledeceğim anekdota yer kalmayacağı için vazgeçiyorum.

Basın yayın dünyamızın renkli simalarından Şevket Rado, bir yazısında tabuttan çok korkan bir kadını bize şöyle anlatıyor:

“Bir hanım, ölüden çok korkarım dedi: ‘Bir tabut görmek âsâbıma dokunuyor. Bence ölüleri, dirilerin görmemeleri için geceleyin şehirden çıkarmalı’ Kendisine dedim ki: Bir ay kadar öğle vakitlerini Beyazıt’ta, Küllük Kahvesi’nde geçiriniz. Ondan sonra ölüden hiç korkmayacak, ölü ve ölüm fikriyle o kadar içli-dışlı olacaksınız ki, bir daha bunlar sizi ürkütmeyecektir.

‘Nasıl olur?’ der gibi yüzüme bakarken izah ettim: Çünkü Beyazıt’taki o kahve öğle vakitleri, en az dört beş ölünün müşteriler arasından geçip küçük kapıdan camiye girdiği ve orada dünyaya ait hesaplarının sonuncusunu da kestikten sonra aynı sessizlikle, büyük hakikate razı olmuş bir adam tevekkülü içinde sanki Yunus Emre’nin ‘Biz bu yerden gider olduk / Kalanlara selam olsun!’ diye başlayan şiirini okuyarak şehrin dışına doğru yollandığı son istasyondur.

Uzun bir yolculuğa çıkmak için nasıl pasaport muamelelerini tamamlamak üzere bazı resmi dairelere uğramak zaruri ise, öbür dünya yolculuğunda ölünün Beyazıt Kahvesi’ne girmesi öyle bir zaruret icabıdır. Buna o kahvenin daimi müşterileri o kadar alışmışlardır ki, yemek yiyen, tavla iskambil oynayan, şakalaşan, kavga eden müşteriler, bir öbür dünya yolcusunun camiye geçmek üzere kahveye girdiğini görünce ağızlarında lokmalarını çiğneyerek veya ellerinde zarlar, kâğıtlar olduğu halde kadın erkek ayağa kalkar, onu selamlar ve yine yemeklerine, oyunlarına, şakalarına, kavgalarına, dedi kodularına kaldıkları yerden devam ederler. Karşılaştıkları manzaradan üzüntüye, kedere kapılanları, dehşete düşüp kahveyi terk edenleri görmedim.

Bana öyle geliyor ki, burada ölü camiden çıktıktan sonra yoluna devam etmese de biraz dinlenmek üzere bir masaya oturmak istese garsonlar, tıpkı dirilere yaptıkları gibi onun etrafına üşüşerek kendi kahvelerindeki boş bir masaya oturtmak için ‘Buyurun beyim! Burada boş bir yer var!’ diye biraz çekişeceklerdir. İşte o kadar. Müşterilerden birinin dönüp onun yüzüne bakacağını zannetmiyorum.

Dirilerle ölülerin bu kadar içli dışlı oldukları bir yer belki de dünyanın hiçbir tarafında yoktur. Ölüm korkusu ancak Beyazıt Kahvesi’nde tedavi edilebilir.”

Şevket Rado’nun bu sözlerine, ben de şu cümleyle ilavede bulunayım:

Allah’tan korkan, ölümden korkmaz!

#Şevket Rado
#Hacı Cemal Efendi
#Cemal Hoca
#Necip Fazıl
#Maçka Kışlası
2 years ago
Ölüm korkusunun tedavi edildiği kahvehane
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’