|
“Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbub-ı Huda’dır bu”

İslam’ın saygı ve edep anlayışı medeniyetin oluşma sürecinde incelerek devam etmiş, çok detaylarda bile kendini gösterir hale gelmiştir. Özellikle ilme verilen değer sebebiyle, ilimle ilgisi olan her şeye karşı da bir edep anlayışı doğmuş. Bu anlayış Hz. Ali’ye nispet edilen “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” sözünde somutlaşır. İlmin/bilginin aletleri olan kaleme ve kâğıda karşı özel bir saygı ve edep anlayışı gelişmiş. Derler ki, Ebu Hanife kâğıt üretilen atölyeye karşı ayaklarını uzatıp yatmazmış. Bizim çocukluğumuzda bile yere düşen kâğıtları bize toplatırlardı. Rahmetli babamın her gün okuduğu on iki farklı takvim kâğıdını muhafaza ettiği bir torbası vardı. Yere düşmesinler diye biriktirir sonunda yakardı.

Eski kitaplarda hadis/ilim yazımı adabı anlatırken kalem yongalarının yerlere atılmaması, toplanıp ayakaltına düşmeyecek bir yere konması öğretilirmiş. Üniversiteye başladığımda diğer fakültelerle ortak derslerimizde öğrencilerin kitaplarını sandalyelerine koyup üzerlerine oturmaları büyük bir saygısızlık olarak dikkatimi çekmişti.

Bu saygı ve adap anlayışı çok detaylara kadar incelmiş, bazen daha önce anlattığımız gibi ifrata kaçtığı noktalar olmuş olsa da bu bir varlığa bakış, kültür ve medeniyet deseni halini almış. Gazali’nin böyle ifrat mı değil mi diye hala tereddüt ettiğim bir açıklaması vaktiyle çok ilgimi çekmişti. Tırnak kesme adabını anlatırken o, bunun aslında naslarda olmayan şöyle bir edebini kurgular: “Tırnak kesmeye önce sağ elden başlanır, çünkü sağdan başlamak sünnettir. Sağ elin de önce şehadet parmağından başlanır, çünkü en şerefli parmak şehadet parmağıdır. Sonra yine sağ ile devam etmek güzel olduğu için sağa doğru gidilir. Eller birbirine bitiştirildiğinde parmakların oluşturduğu daireye uyarak sağ elin küçük parmağından sonra sıraya göre sol elin küçük parmağına geçilir, yine sırayla devam edilir ve en son, sağ elin başparmağı ile bitirilir. Ayaklara gelince, ayakların normal duruşuna göre en sağda, sağ ayağın küçük parmağı vardır, onunla başlanır ama sağa doğru gidilemeyeceği için, sırayla sola doğru gidilerek sol ayağın küçük parmağı ile bitirilir”.

Elbette bugün İslam’ın kolunun ve bacağının dahi kaybolduğu bir hayat tarzında böyle tırnaktan söz edilmesi alay konusu bile olabilir. Ama Gazali kendi zamanında hayatın en detay motifini bile görebiliyordu. Bendeniz de bunu üniversite yıllarımda okumuş ve uygulamıştım, hala da bir alışkanlık eseri uyguluyorum. Alay edilebilse de bir kaybım da olmuyor.

Bu elbette daha önemli işleri; farzları, vacipleri, sünnetleri uygulayanlar için bir anlam ifade eder. Dolayısıyla bunların bazıları bize anlamsız gelebilir. Çünkü biz daha önemlileri bile yapıyor değiliz.

Bu adap kitaplarında karıkoca ilişkisinin adabından tutun da helaya girme çıkma, temizlenme adabı, fetva soranın/müstefti’nin ve fetva verenin/müftinin adabı, yolculuğun, çarşıda pazarda gezmenin, öğrenmenin ve öğretmenin adabı gibi pek çok konunun her birine dair kitaplar yazılmıştır.

Şair Nabî’nin meşhur na’tında anlattıkları da muhtemelen bugün abartılı görülebilir. Onun resmi erkânla birlikte bir Medine ve hac ziyareti vardır. Medine’ye bir günlük mesafede konaklayıp uyurlar ama kavuşma heyecanı sebebiyle Nabî’nin gözüne uyku girmez. Yan tarafta bir paşanın ayaklarını Medine’ye doğru uzatıp yatıyor olması ona çok büyük saygısızlık gelir, çok etkilenir ve herkes uyurken o meşhur na’tını yazar ki, ilk beyti şudur:

Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbub-ı Huda’dır bu

Nazargâh-ı ilahidir, Makam-ı Mustafa’dır bu.

“Aman, edebini bırakma! Burası Allah’ın habibinin köyüdür. Hakkın nazar ettiği yerdir, Rasul-i Ekrem’in makamıdır…”

Paşa uyanınca Nabi bu na’tı ona, bakınız olmuş mu diyerek okur. Paşa bunun kendisi için yazıldığını anlar ama Nabi meseleyi geçiştirir. Hikâye Medine’ye girdiklerinde daha ilginç bir hal alarak başka bir boyutta devam eder ki, bizim yerimiz ona müsait değildir.

İlklerden biri diyor ki, İslam’ın bir edebini hafife alan, sonunda sünneti terk etmekle cezalandırılır. sünneti terk eden farzları hafife almakla ve nihayet onlardan mahrum kalmakla cezalandırılır. Farzı hafife alana ise Allah bir sapığı musallat eder, oda ona saçma sapan şeyler söyler, böylece kalbine şüphe düşer.

Bir diğeri de diyor ki, sahabe nesli, “Bu sünnettir öyleyse bunu yapmalıyız” diyorlardı. Şimdi ise, “Bu sünnettir, öyleyse yapmayabiliriz” diyorlar.

#İslam
#Hz. Ali
#Ebu Hanife
#Gazali
#Makam-ı Mustafa
3 yıl önce
“Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbub-ı Huda’dır bu”
Karartma geceleri
Kara Para Aşk; Mutsuz mutlu son
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar