|
Azgın selden bir kütük kapmak isterken…

Son üç seçimin hem siyaset hem de yeni politik kültür açısından tartışılması önemli sonuçlar doğurduğuna hükmederek son dört yazımızda bu sonuçların anlaşılmasına mütevazı bir katkıda bulunmaya niyet etmiştik. Ancak sözümüz seçimlerin pratik sonuçlarını ele almaktan çok kendiliğinden teorik durumun anlaşılmasına evrildi.

“Kendiliğinden” diyoruz çünkü, her iş kendi hakikatine tabidir ve bu manada pratiğin zemini teoridir. Dolayısıyla konunun teorisini doğru kurmadığımızda pratiği de doğru okuyamayız.

Nitekim bu bağlamda son olarak “Müslüman münevverler için zorunluluk tahtında, 1-Modernizm ve ona tabi görünen sistem tarafından devşirme ve devşirilmenin hakikatini, gelecekte yüklenebileceği ivmeyle birlikte işleyişini doğru tespit etme, 2-Ferdi planda değilse de toplumsal planda neredeyse engellenemez gibi görülen devşirilmeyi, devşirilirken devşirmeye uğratmanın mümkün yollarını özenle araştırma” şartına ulaşmış ve birinci hususu, Abdurrahman Arslan’ın Nehri Geçerken adlı kitabında yer alan 2007 yılına ait bir söyleşisi üzerinden izah etmeye çalışacağımızı iki kez vadetmiştik.

Peki, neden Abdurrahman Arslan?

Mevlana’ya da nispet edilen şu hikmet nedeniyle: “Azgın sele içeriden müdahale edilmez. Selde kapılmadan ondan bir şeyleri kurtarmanın yolu sele dışarıdan müdahale etmektir.”

Toplumların hareketle, bu hareketin sevk ve idaresinin ancak siyasetle yani yönetimle kaim olması nedeniyle birbirini tamamlayan bu iki hususu kesintisiz olarak akan azgın bir sele benzetebiliriz.

Biz son seçimlerde özellikle Türkiye’nin beka meselesine şartlandığımız ya da şartlandırıldığımız için, istesek de mezkur selin dışında kalamadığımızın farkındayız. Öyle ki, bundan yirmi yıl önceki seçimlerde CHP ile hesaplaşma; CHP’den geçmişteki zulmünün hesabını sorma saikiyle sandıklara giderken, şimdi bunun yerine beka meselesini ikame edişimizin sebepleri üzerinde henüz enine boyuna düşünme ihtiyacı duymuyor, sadece siyasette Başkan Erdoğan gibi olmanın had olarak seçilmesini nihai gerçeklik olarak alıp, benzeşendeki bir benzeşmezlik yani beka hususundaki anlayış farkına şahitlikten haz duymakla yetiniyoruz.

İşte bu sebeplerle, kat ettiğimiz söz yolunda bilinçli olarak selin dışında duran birine muhtacız ve o da Abdurrahman Arslan’dan başkası olamaz.

Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı söyleşi kitabında kendisine yöneltilen üç soruya şu cevapları veriyor:

“-Türk matbuatını takip ediyor musunuz? 

-Pek gazete okumuyorum. Ayda yedi sekiz dergi okuyorum. Fikri metinlerin çoğunu okuyorum. Ben Müslümanların zihni sarsıntılarını, nehri geçerken yaşadıkları dönüşümleri kavramaya çalışıyorum. Dolayısıyla bu ilgilendiriyor beni. Nereden geldik, nereye gidiyoruz, neyi, nasıl konuşuyoruz... Bunu düşünmek bence farz-ı ayn oldu, farz-ı kifaye olmaktan çıktı. Hepimizin vazifesidir. 

-Günlük siyaseti takip ediyor musunuz? 

-Hayır.

-İdeal olanı konuşmayı mı yeğliyorsunuz?

-İdeal ya da teori olmadan pratik olmaz bence. Olmaması lazım. Yoksa sizin esen rüzgârlara karşı tutunacak bir yeriniz olmaz. İyi-kötü bir teoriniz olacak. Bu teori geçmişte bence iyi-kötü kurulmuştu. Restore edebiliriz diye düşünüyorum.”

Biz bu ve önümüzdeki bir iki yazıda Arslan’ın sadece bir söyleşisini esas alacağız ancak onun temaları ya da sebebi telifleri aynı olan diğer söyleşilerini, sohbetlerini havi -an itibariyle elimizin altındaki- Nehri Geçerken (2010), Kendini Kaybettiren Dönüşüm (2017), Yeni Politik Kültürün Dünyasında (2017), Zaman Dışı Konuşmalar (2018) , Kalbin Akletmesi (2019), Dünyaya Müslümanca Bakmak (2021) adlı kitaplarına da okurlarımızın dikkatini çekelim. Beyan Yayınları arasından çıkan bu kitapların tamamı Asın Öz tarafından yayına hazırlanmıştır.

Arslan’ın üzerinde duracağımız söyleşisi “Yeni Politik Kültür” terkibine dair şu açıklamayla başlıyor:

“Politik kültürün temel özelliği herhangi bir hakikate dayanmamış olmasıdır. Politik kültürün içerisinde demokrasiden bahsettiğimizde iki önemli hususa dikkat çekmemiz gerekiyor. Demokrasi dediğimizde her şeyden önce akla sınıf gelir. Geçmişin politik kültürünü de demokrasi dediğimiz tecrübe oluşturuyordu. Bu da daha çok pozitivizm üzerine kurulu bir politik kültürdü. Demokrasinin sınıfsallık özelliğinin yanında bize bir şey daha hatırlatıyordu. Aynı zamanda özünde eşitlik boyutu taşıyan bir birleşimdi bu. Demokrasinin ya da geçmiş politik kültürün temel ilkelerini temsil ediyordu. Her sınıfın kendisini temsil etme imkânını sağlayan bir siyaseti öneriyordu ve aşağı yukarı bugüne kadar böyle gelmişti.”

Buradan devam edelim inşallah.

#Siyaset
#CHP
#Kemal Kılıçdaroğlu
#Aktüel
#Mevlana
#Ömer Lekesiz
1 yıl önce
Azgın selden bir kütük kapmak isterken…
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi