|

Avrupa’nın kimlik krizi Yükselen popülizm

Avrupa bir yol ayrımında. Ya sorunlu popülist söylemin peşine takılarak iktisadi, siyasi, toplumsal yıkımlara yol açabilecek bir yaklaşım benimseyecek ya da Afrika’nın zenginliklerini Avrupa’ya aktarırken, yaratılan sefalete bir son verip insanlara doğdukları topraklarda doyabilecekleri, insan onuruna yaraşır hayat sürebilecekleri imkânlar sunacaktır.

04:00 - 21/03/2024 Perşembe
Güncelleme: 02:39 - 21/03/2024 Perşembe
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
Doç. Dr. Samet Kavoğlu / Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi

Almanya’da son anketlerde aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi’nin (AfD) yüzde 20’ler mertebesinde oya ulaşması, diğer gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde Avrupa’nın unutulmuş tarihsel hastalığı yeniden mi nüksediyor sorusunu akıllara getiriyor.

Avrupa genelinde son dönemde İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset üreten aşırılıkçı partilerin yükselişi dikkatle izlenmesi gereken ciddi bir sorun. Bu partilerin en temel ortak özellikleri ise biz ve öteki ayrıştırması üzerine bina edilmiş popülist retorik. Bu söylem Avrupa tarihine bakıldığında yeni olmamakla birlikte modern Avrupa açısından unutulmuş bir düşünce pratiğiydi.

ÖTEKİYİ İÇERDE ARAMAK

Avrupalı güçler Reconquista’dan Haçlı Seferlerine kadar asırlar boyunca feodal çekişmelerden, kıtlık ve yönetilemeyen nüfus artışına kadar birtakım sorunlarla karşılaştıklarında Papalığın uhrevi, kral, kont ve düklerin maddi kazanç vaatleriyle ‘biz’i Haçlı kimliği altında inşa etmiştir. Endülüs’ten Kudüs’e kadar saldırmak istedikleri topraklardaki Müslümanlar başta olmak üzere Doğu Hristiyanları ve Yahudiler ise ‘öteki’ olarak tanımlanmıştır.

Sömürgecilik döneminde ise Avrupa’da ve Avrupa’dan neşet eden ABD’de beyaz ırkın üstünlüğünü esas alan aryan ırk teorileri geliştirilmiş, 19. yüzyılda ABD’nin birçok eyaletinde, Fransa’da, Belçika’da hatta Norveç’te bile sömürgelerden getirilen siyahiler “insanat bahçeleri” adı verilen modern çağın utanç mekânlarında sergilenmiştir. Dönemin bilim insanları tarafından da desteklenen bu faaliyetlerle “beyaz ırkın üstünlüğü” görsel olarak da sergilenmek suretiyle kıta ötesi gayriinsani mezalimler meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

Hitler Almanya’sı da benzer biçimde Friedrich Ratzel’in lebensraum (yaşam alanı) kavramsallaştırması ve aryan ırk düşüncesi ekseninde ‘biz’i şekillendirirken, ırksal olarak Yahudi ve Romanları, politik olarak liberal ve Marksistleri, son olarak da ahlak dışı olarak değerlendirdikleri grupları “öteki” olarak tanımlamıştır. Nürnberg Yasalarıyla “aşağı ırk” olarak sayılan Yahudi ve Romanların önce “ari ırk” ile evlenmeleri, akabinde oy kullanmaları ve çalışmaları yasaklanırken, gettolarda başlayan süreç toplama kamplarında Porajmos ve Holokost gibi soykırımlarla son bulmuştur.

BİRLİK SORGULANIR HALE GELDİ

20. yüzyılın ilk yarısına kadar Modernizmin aşırı mekanik, araçsallaşmış, otoriter ve totaliter sistemleri besleyen öznel akıl temelli okumaları üzerine inşa edilmeye çalışılan Avrupalılık fikri, bitmek bilmeyen çatışmaları, işgalleri, etnik ayrışmaları, soykırımları ve iki dünya savaşını beslemiştir. Sıfır toplamlı bu yaklaşımın taraflara fayda sağlamadığının görülmesi üzerine Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile başlayan, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu ile devam eden ortak hareket etme süreci dış politika ve güvenlik konularında da ortaklaşmayı esas alan Avrupa Birliği’nin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Aynı dönemde savaşlarda çalışabilir nüfusları azalan Batı Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri işgücü ihtiyaçlarını karşılamak için Türkiye dahil çeşitli ülkelerle işgücü anlaşmaları imzalayarak göçmenlere kapılarını açmak zorunda kalmıştır. 30 Ekim 1961 tarihli ilk işgücü anlaşmasından günümüze geçen 63 yılda çalışkanlıkları, Avrupa ekonomisine katkıları ve düşük suç oranları nedeniyle Türk işçilere sırasıyla aile birleşimi, kalıcı oturum ve vatandaşlık hakları veren Avrupa ülkeleri bugün artan iktisadi zorluklar ve göç baskısı nedeniyle dört kuşaktır Avrupa’da yaşayan Türkler de dahil olmak üzere “öteki”yi yeniden içeride aramaya başlıyor.

İlkeler ve eşitlik prensibi üzerine inşa edildiği söylenen ve dünyaya da model olarak sunulan Avrupa Birliği’nin Almanya ve Fransa’nın etki alanına dönüşmesi, Kopenhag ve Maastricht kriterleri gibi normatif düzenlemelerin yeni genişlemelerde anlamını yitirmesi, finansal destek ve kurtarma paketlerinin ulusal egemenlikleri tehdit eder boyuta ulaşması, siyasal aktörlerin rasyonel karar alma süreçlerinden uzaklaşabilen yaklaşımları, ABD’ye rağmen pozisyon alabilme arayışlarının iç bütünlüğü bozabileceğinin tecrübe edilerek anlaşılması gibi temel sorunlar yakın dönemde Avrupa Birliği fikrini yeniden sorgulamaya açtı. Gemiyi ilk terk eden de İngiltere oldu. İktisadi bağımlılık nedeniyle yakın vadede Birliğin dağılması öngörülmemekle birlikte iktisadi baskılayıcılar ve göçün geleneksel siyasi yapıları zorladığı ve popülist siyasal aktörlerin Avrupa genelinde etkilerini arttırdığı görülüyor.

TEHLİKE ÇANLARI DEMOKRASİ İÇİN ÇALIYOR

İdeolojileri farklılaşmakla birlikte Fransa’da Ulusal Cephe/Birlik ve Boyun Eğmeyen Fransa, Avusturya’da FPÖ, Hollanda’da PPV, Büyük Britanya’da UKIP, Danimarka’da Halk Partisi, Finlandiya’da Gerçek Finliler, Almanya’da Almanya için Alternatif ve Sol Parti, İtalya’da İtalya’nın Kardeşleri başta olmak üzere Avrupa’da popülizmi siyasetinin merkezine yerleştiren partilerin etki alanlarını genişlettiği görülmektedir. Bu durumda adı geçen partilerin bazıları iktidar ya da iktidar ortağı durumuna gelebilirken, toplumda yarattıkları etki nispetinde oy kaymalarını engellemek isteyen merkezdeki partilerin söylemlerini de popülist yönlü değişime zorluyorlar.

Aşırı sağ partiler ağırlıklı olarak İslam düşmanlığını kampanyalarının merkezine oturturken, aşırı sol partiler ise millî kimliğin taşıyıcı kurumlarına saldırıyor. Örneğin 2013 yılında kurulan sağ popülist AfD, kısa adı Pegida olan “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar” hareketinin yarattığı iklimden beslenerek, 2013 Federal Meclis seçimlerinde yüzde 4.7 oyla dahil olduğu siyaset yarışında, 2017’de oylarını yüzde 12.6’ya taşımış, 2021’de de yüzde 10.3 oy oranıyla 735 sandalyeli Federal Meclis’e 83 temsilci gönderirken, kampanyalarında Almanya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan Müslümanların, Alman baskın kültürünü (Leitkultur) tehdit ettiği gibi rasyonel zemini olmayan iddialarda bulunmuştu. Erfurt’da şehir merkezinden uzak bir noktada yapılması planlanan küçük ölçekli bir camiyi “uzun dönemli toprak ele geçirme” planı olarak tanımlayan, Kreuzberg’deki bir kiliseye taş atıldığı iddiasını “Şimdi de “Allahu ekber” haykırışlarıyla kiliselerimize saldırıyorlar. Eski partiler ne zaman harekete geçecek ve İslamlaşmayı durduracak?” gibi popülist söylemlerle yaymaktan çekinmeyen, “Almanya’daki Türk vatandaşları ile Türkiye’deki bazı akrabalarının hukuki ve sosyal ayrıcalıklarına son verilmelidir”, “İslam, Almanya’ya ait değildir” gibi beyanata resmi sitelerinde açıkça yer veren partinin son anketlerde yüzde 20’ler bandına çıkması düşündürücüdür. Üstelik bu durum, AfD ya da Almanya özelinde değil, Fransa’dan Hollanda’ya, Avusturya’dan İtalya’ya kadar Avrupa genelinde çoğu zaman benzer retorikler ekseninde büyüyen bir sorun.

AVRUPA YOL AYRIMINDA

Avrupa şu anda bir yol ayrımına doğru hızla ilerliyor. Önünde iki seçeneği var. Geçmişte yaptığı gibi aklı araçsallaştıran, etik açıdan sorunlu popülist söylemin peşine takılarak iktisadi, siyasi, toplumsal yıkımlara yol açabilecek bir yaklaşım benimseyebilir. İşgücü anlaşmasıyla davet edilen, yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına sahip, en az üç kuşaktır ilgili ülkelerin eğitim sistemleri ve toplumsal normları içerisinde yetişmiş göçmenleri “öteki” olarak tanımlayan, göçmenlerin dillerine, dinlerine ve yaşam biçimlerine düşman popülist söylemlerin artan oranda karşılık bulması bunun emaresi olarak okunabilir.

Ya da göçlere yol açan küresel ölçekteki adaletsiz düzenin kısmen de olsa düzeltilmesine hizmet edebilir. Zira Avrupa’ya yönelen düzensiz göçler dün fiili, bugün ise dolaylı yollardan sömürülmeye devam eden geri kalmış ülkelerden geliyor. Afrika’nın zenginliklerini Avrupa’ya aktarırken, yaratılan sefaletin orada kalmasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Avrupa bu göçü durdurmak istiyorsa dikenli teller ve duvarlar örmek ya da Akdeniz’de ölüme terk edilen insanlara gözlerini yummaktan ziyade sorunları kaynağında çözmeye odaklanmalıdır. İnsanlara doğdukları topraklarda doyabilecekleri, insan onuruna yaraşır hayat sürebilecekleri imkânlar yaratılmalıdır. Diğer taraftan İsrail’in Gazze soykırımına arka çıkmak gibi gayriahlaki ve gayriinsani yaklaşımlardan ziyade Orta Doğu ve Kuzey Afrika hattında istikrarın sağlanması için yapıcı katkılar sunmaları aklıselim Avrupalı siyasal aktörlerin yapması gereken davranıştır. Aksi takdirde kronikleşen sorunlar göçü daha da tetikleyecek ve artan göç aşırılıkçı partilerin sistemi ele geçirmesine zemin hazırlayacaktır.

Avrupa’nın yol ayrımında yapacağı tercih, üreteceği sonuçlar itibariyle Türkiye’yi de etkileyeceğinden yakından takip edilmelidir.



#Toplum
#Avrupa
#Aktüel
1 ay önce