Allah’ın orduları terkibinden hareketle insanın kendinde savunulmaya muhtaç yurt olarak, kendinde bir savaş hâlinde olduğunu, bu yurt oluşun, savunmanın ve savaşın İmam Gazzâlî tarafından kalp, ruh, nefs ve akıl terimleri üzerinden temellendirildiğini belirterek, bunlarla insanda nelerin göründüğünün değil, asıl bunlarla ortaklaşa kurulan bir zihniyet perspektifinin ne olduğunun bilinmesine vurgu yapmış, sanatın da bu perspektife dahil olduğunu ifade etmiştim.
İnsanın malum oluşu esasında geçmişten bugüne kadar onu merkeze alarak, tüm boyutlarıyla tanımak maksadıyla yapılan keşifler, denemeler, deneyimler ve araştırmalar neticesinde üretilen kelime, deyim ve kavramların müstakil bir listeye bağlanarak çerçevelenmesi ya da ihata edilmesi henüz mümkün görülmemektedir. Örneğin, sadece kalp (sadr) kelimesinin habbetül’l-kâlb, mühcetü’l kâlb, fuâd, şegaf, süveyda gibi isimlerinin bulunduğu, bunların ilim, kudret ve irade süreçlerine tabi olmakla birlikte kendi başlarına edilgen (dış etkiye açık) olduklarını, varlıklarının hem ruh, nefs ve akıla tabi ama aynı zamanda sanki birer fertmiş gibi bağımsız olduklarını biliyoruz. İnsanın organlarının kalp, ruh, nefs ve akıl ile ilişkisini de göz özüne aldığımızda, insandaki fertlerin ve “değişik hakikatlerin özel bir biçimde birleşmesinden meydana gelen” şey anlamında hazretlerin işleyişte ortak, varlıkta birbirlerinden ayrı olduklarını düşünüyor ve dolayısıyla insanın herkesle aynı (ilişkili) ama herkesten ayrı fert ve hazretlerin toplamından oluştuğuna hükmedebiliyoruz.
Bir insanın şahsını (ferdiyetini) oluşturan bu aynılık ve ayrılığın mahiyeti, nispetler olarak adlandırılması, ilişkilerinin belirlenmesi, Allah’ın ordularına mazhar olması, savaşma sebep ve sonuçları, bu maksada tabi olarak terbiye edilmeleri, eğitilmeleri ve sair dış düşmanlara karşı korunma yollarının tespiti, Peygamber Efendimizin vefatından yaklaşık yetmiş beş sene sonra İslam ulemasının ahlâk nazariyatı esasında uğraşları arasına girmiş olup, bugün de öneminden hiçbir şey kaybetmeden üstünde düşünülme ve çalışılma değerini korumaktadır. Çünkü insan iyi ile kötünün savaş alanıdır ve kötünün esaretine girmeden ancak insan kalınabileceği için bu uğruda onu anlama ve anlamlandırma çabanın verilmesi zorunludur.
“Ondaki, yani değişimde etkin olan düşünen nefsin yatkınlıklarının farklılaşması mizaçlara, yani bedenlerle ilişkili olan mizaçların değişikliğine bağlıdır. Zira nefs-i nâtıkanın huyları kişiye mahsus mizaca tâbi olan arzu, öfke ve hatta müfekkire gücü gibi bedeni güçleri aracılığıyla meydana gelir. İşte bu, beden ile nefs arasındaki çok şaşırtıcı bir ilişkiden kaynaklanmaktadır. Çünkü ikisinden birinin hükmü kesinlikle diğerine sirayet eder. Mizaca dayanması durumunda bir huyun değişimi neredeyse imkânsız sayılabilecek derecede zor olur. Huyun mizaçtan kaynaklanmayıp başka bir faktörün etkisiyle edinilmesi durumunda onun değişimi kolay olur, hatta en basit bir değişimle dahi ortadan kalkar. ‘Ondaki’ ifadesindeki ‘o’ zamiriyle huyun kastedildiğini söylemek de mümkündür. Buna göre bireylerin yatkınlıklarının farklı farklı olması, mizaç farklılığına bağlıdır ve bu sebeple insanlar rezilet ve fazilet huyları kapsamında olan melekeleri kabul edebilme noktasında çeşitlilik gösterirler. Bu melekeleri kabuldeki farklılık, bunların güçlü ya da zayıf olarak bulunmayı kabul eden nitelikler türünden olmalarıdır.”