Kelime bir ayettir yani, işaret.
İçinde doğduğu toplumsal şartlara göre her kelime ilk anlamı sabit kalmakla birlikte, işaret ettiği şey ile kurulan ilişkilerin değişmesine göre anlamı da değişir.
Burada ilişkilerin değişmesinden kasıt, şeylerle ilgili zihniyetlerin, amaçların, arzuların ve faydaların… vb. değişmesidir.
Bu nedenle bir kelime sosyal, kültürel, siyasal vd. yönlerden bir devirde çok etkili iken, başka bir devirde etkisiz hale gelebilir ve bu iki süreçte muhteviyatı genişleyip, daralabilir ki bunların tersi de doğrudur.
Kelime, dil ailesi ve belli bir toplumsal hayat içindeki bu hareketiyle, ilgili toplumsal değişmelerin belli devirlere göre izlenmesine, yorumlanmasına kaynaklık eder. Hatta tedavülden kalkmış, ölmüş olsa bile bu değerini muhafaza eder, belki de asıl bu yanıyla tek başına değerli hale bile gelebilir.
Yazı başlığımızdaki
ve
kelimelerinin anlam serüvenini sözlüklerden izleyerek, bu serüvenden hasıl olan toplumsal kimi sonuçları mevcut siyasi algımızı doğru anlamak ve anlatmak bakımından değerlendirme konusu yapabiliriz.
Medîne ve medenî Arapça
kökünden gelir.
(v. 1560-61)
’inde medn, medîn, medenî ve medîne kalimelerini şöyle açıklar:
“
: durmak;
manasına ‘Bir yerde kaldı, ikametti.’
adı da buradandır.
Borçlu; medyun manasına. Ve dahi kul; gulâm abd manasına.
Duracak yer. Ve büyük şehir. Cem’i hemze ile medâ’in ve müdün ve müdünn gelir. Bu kelime ‘sahip oldum’ anlamlı
den alınmıştır. (…) Hz. Peygamber’in şehri olan Medîne’ye nispet Medenî; Mansur’un Medine’sine nispet Medînî; Kisra’nın Medâ’in şehrine nispet ise Medâyinî şeklinde yapılmaktadır. Bu nispetler, belli olsun karışmasın diyedir. Medyen ise Hz. Şuayb’in şehridir. Medînet ümmet, bir dine inananların bütünü, millet.”
Osmanlı Türkçesi’ndeki
kelimesi Ahter-i Kebîr de henüz yer bulabilmiş değildir. Bunun nedeni yukarıdaki birbirleriyle ilişkili kelimelerin manalardan görülebilmektedir.
Zira medn kelimesi insanlık tarihi itibariyle ortaktır ve bu ortaklık nübüvvetle tahkim edilmiştir. Allah Hz. Adem’e bütün isimleri öğretmiş (Bakara 2:31) ve onları
(Hz. Adem’e ve başka peygamberlere ayrışmış bütün hakikatleri kendinde toplayan) olarak Peygamber Efendimizle kemale erdirmiştir.
Dolayısıyla Allah-insan, insan-insan ve tüm canlıları da kapsar şekilde insan-doğa ilişkileri şeriat(lar) bakımından medîn ve medenîliği ihtiva ettiği için, malûmun ilâmı gerektirmeyişi esasından hareketle dinin bu kelimelerle iç bağını özel olarak öne çıkarmamak, bu iç bağı kendi doğallığı / normalliği içinde tutmak, insanlığın ortak bir teamülü haline gelmiştir.
Bu esasta
den neyi kastettiğimize gelince:
(v. 1820)
’nde
maddesini açıklarken, medînet kelimesini
köküne havale ederek, burada şu bilgilere yer verir:
Bu dahi dâimî yağan yağmura denir.
Abd (kul) manasına, nitekim câriyyeye medînet denir, amel ve hizmet kendileri(ni) zelil eylediği için.
S
. Muhammed Nakib el-Attas
ise, ed-Din’i mezkur anlam çeşitliliğinin içinde 1-borçluluk, 2-teslimiyet, 3-muhakeme ve 4-fıtrat ya da istidat olarak dörde indirdikten sonra, ilgili kelimeler arasındaki -bizim için ilk bakışta çatallanmış gibi görünen- iç bağı şöyle kurar:
“
mastarından türeyen
fiili, borçla ilgili bazıları birbirine zıt çeşitli anlamların yanı sıra ‘
lu olma’ anlamını taşır. İnsan kendisini borçlu durumda bulduğunda, yani
olduğunda bundan, kendisine
ve
anlamında borçla ilgili yasa ve kurallara ve keza
olarak isimlendirilen alacaklıya tabi kıldığı sonucu çıkar. Ayrıca, yukarıda tarif edilen durumda, borçlu kişinin
ya da
altında olduğu ifade edilir. Borçlu yükümlülük altına olma hali, doğal olarak içinde bulunulan şartlar uyarınca
ve
sebep olur.
kelimesinde mündemiç olan olan zıt anlamlar dahil saydığımız tüm anlamlar, ancak
ya da
le ifade edilen kasaba ve şehirlerde, ticari hayatın varlığını gerektiren örgütlü toplumlarda uygulanabilir imkanlardır. Kasaba veya şehrin bir
ya da
yani
ı vardır.”
Nasip olursa izleyen yazımızda, Attas’ın burada yarım bıraktığımız değerlendirmesini de tamamlayarak medenîlikten medeniyetçiliğe nasıl geldiğimizi anlamayı sürdürelim.