İklim değişikliği, İran nükleer anlaşması, UNESCO... ABD birçok alanda çekilme siyaseti izlerken, bu boşluğu Çin’in dolduracağı yorumları yapılıyor. Ancak Çin’in stratejisi boşluk doldurmak değil, yeni alanlar açmak. ABD’yi ürküten de tam olarak bu: Çin ABD’nin tahtına göz koymuyor, o tahtı işlevsiz hale getiriyor!
Ticaret savaşı konusunda Çin’e getirilen eleştirilerden biri, Xi Cinping ve ekibinin böylesi bir savaşa hazırlıksız yakalandığı iddiası. ABD Başkanı Donald Trump daha göreve başlamadan Çin’i ‘döviz manipülatörü’ olarak itham etmişti. Çin’le aralarındaki ticaretin adil olmadığından her fırsatta dem vuruyordu. İki ülke arasında belirlenen 100 günlük eylem planı ve Trump’ın olağanüstü ihtimamla karşılandığı Pekin ziyareti, Çin tarafına belli bir güven hissi vermiş olabilir. Çinliler müzakere süreciyle işlerin ilerleyeceğini, bazı işlerin kısmen çözülüp kısmen sürüncemede kalacağını hesap ediyordu muhtemelen. Ancak Trump sabırsızdı.
Ticaret savaşı giderek ÇKP’nin güçlü ‘merkez lideri’ (hexin lingdao) Xi’nin liderliği konusunda bir sınamaya dönüştü. Son anayasa değişikliği ile görev dönemi sınırlamasından kurtulan ve parti liderliğinin çekirdeğine yerleşen Xi, bir yönüyle çok büyük risk almıştı: İşler iyi giderse kahraman olmanın gururu yaşanacağı gibi, işler kötü gittiğinde kuşkulu bakışların hedefi olmaktan kurtulamayacaktı. Belki bu nedenle, ticaret savaşının beklenenden uzun sürmesi üzerine, medyada Xi’nin görünürlüğü kısmen azaltıldı. Devlet medyasının daha geçen ay ısrarla öne çıkardığı, genç bir memur olarak Xi’nin küçük kasabalardaki başarı öykülerini anlatan yazı dizisi, bir anda gözden kayboldu. Bu esnada reformcu bir isim olarak bilinen ve ülkenin en eğitimli liderlerinden biri olan Başbakan Li Keqiang, Xi döneminde hiç olmadığı kadar öne çıkmaya başladı. Yabancı yatırımcıya güven verilmek isteniyordu.
Ancak ticaret savaşıyla ve Trump’la başa çıkmak, bir liderlik testi olarak değerlendirilecekse, Xi’ye haksızlık yapılmaması gerektiğini savunanlar da var. Bu kesime göre, yılların ABD müttefikleri bile Trump’la anlaşma konusunda işin içinden çıkamadı, Çin ne yapsın... Geçenlerde Çin medyasında ABD-Türkiye gerilimini değerlendiren bir yorum, Trump yönetiminin tam da bu güvenilmezliğine işaret ediyordu: Dostunu sırtından bıçaklayan bir ABD’ye güven olur mu?
‘KAPASİTENİ GİZLE, VAKTİNİ BEKLE!’
Çin’in hazırlıksız yakalanmasının bir diğer boyutu da, akademiden medyaya, düşünce kuruluşlarından büyük şirketlere kadar her kademede, parti retoriğinin farklı argümanları bastırması. Bu durumda doğru yolu gösterecek veya yeri geldiğinde yanlış yapılıyor diyebilecek yorumlara rastlamak güç. Medyanın işlevi, hükümet retoriğini yaymaktan ibaret. Devlet yetkilileri, merkezi liderliğin görüşlerinin dışına çıkamıyor. Alt düzeyde yürütülen görüşmeler, iki tarafın zaten bilinen söylemlerinin tekrarlanmasından ibaret kalıyor. Çin’e sıkça ziyaretlerde bulunan eski bir Amerikalı yetkili, daha önce açık sözlü olan pek çok Çinli yetkilinin şimdilerde özel görüşmelerde bile ağızlarını sıkı tutmalarından ve sadece resmi söylemleri tekrar etmelerinden şikayetçi. Bu durumda taraflar birbirlerinin gerçekte ne düşündüğünü ve nasıl adımlar atmaya hazırlanacağını kestirmekte zorlanıyor, yanlış kararlar alma riski artıyor. Hal böyle olunca, özellikle ticaret alanında Trump’la başa çıkma konusunda Pekin kapsamlı bir stratejiden yoksunmuş görüntüsü veriyor.
Yine de bir müzakere yoluna girileceğini uman Çin’in, asıl stratejik karşılıklara henüz başlamadığını not etmek gerekir. Çin Medya Grubu’nun gururla hatırlattığı gibi, ‘5 bin yıllık medeniyet tarihine’ oturan Çin siyasetinin, öyle kolay kolay ‘göze göz dişe diş’ noktasına gelmesini beklemek yanlış olur. Her ne kadar Xi Jinping döneminde daha atak bir diplomasi tarzı benimsenmiş olsa da, kriz anlarında Çin siyaseti yine Deng Xiaoping ayarlarına dönerek sabretmesini ve vakti geldiğinde uygun adımları atmasını biliyor. (Ne diyordu Deng: Kapasiteni gizle, vaktini bekle!)
Örneğin ilerleyen günlerde soya fasulyesi veya otomobil yedek parçası üzerinden değil, ham petrol üzerinden bir misillemeye gidilebilir. ABD’nin giderek büyüyen ham petrol ihracatının birinci adresi Kanada, ikinci alıcı Çin. Bu durumda Çin, ABD’den alımı durdurur, hele İran’dan almaya kalkarsa ne yaparız sorusu ABD medyasında yer buluyor. Diğer yandan Çin asıl karşılığı siyaseten verecektir. ABD’yi olabildiğince yalnızlaştırmak isteyecektir. (Bu bağlamda Çin’in, geleneksel bir ABD müttefiki olarak Türkiye ile temkinli yakınlaşma süreci dikkatle izlenmeli. Çin ve Türkiye’nin ilişkilerini nasıl bir istikamete sokacağı, ileride oluşabilecek bir ‘yeni dünya düzeni’ne dair ciddi ipuçları verebilecek mahiyette.)
YARINLARA KİM HÜKMEDECEK?
Gelişmekte olan ülkeler, dünyanın gerisinde kalmamak için teknoloji alanında lider konumdaki ülkenin tekniğini benimseme yoluna gider. ABD’nin kendisi 19. yüzyılda yükselirken İngiliz endüstri teknolojilerini kopyalıyordu, Japonya’nın takdir edilen büyük modernleşme başarısı, Amerikan teknolojilerinin uyarlamasıydı. Bugün Çin’in Amerikan teknolojilerini ‘çalıp’ kendi kalkınma hedefleri doğrultusunda yeni teknolojiler geliştirmesi, Kuşak ve Yol girişimini ‘Made in China 2025’ stratejisiyle perçinlemesi, ABD’yi tedirgin ediyor.
Ticaret savaşının görünen yüzü gümrük tarifeleri olsa da, işin aslının teknolojik üstünlük rekabeti olduğunu artık herkes teşhis ediyor. 21. yüzyıla yön verecek çekirdek teknolojileri kim kullanacak?
Trump yönetimi, işin teknolojik üstünlük boyutunu çok da gizleme gereği duymuyor, Nisan ayında Çinli ZTE şirketinin ABD’li tedarikçilerden parça ve yazılım alması yasaklandı. Mesele sadece ZTE de değil, piyasa değerine göre dünyanın en büyük 20 internet şirketinin 11’i Amerikan şirketleriyken, 9’u Çinli ve Çinli şirketler bu alanda hızla çoğalıyor. (Çin, ZTE konusundan belli dersler de çıkardı: Yarı iletkenler, yazılım ve diğer kritik teknolojilerde artık ABD’ye dayanmaya son verilmeli görüşü, merkezi hükümetin bu konudaki çabalarını yoğunlaştırdı. Ek tarifeleri içeride avantaja dönüştürme arayışı yoğun, soya fasulyesi alanında da ek tarifelerin Çinli üreticiye faydası olacağına inananlar var. ‘Senelerdir iyi hasat alıyoruz, ama hala Amerikan buğdayı ithal etmeye devam ediyoruz’ diye serzenişte bulunanlar az değil.)
Çinli yorumcular, ‘vakti zamanında ABD de aynı yoldan geçti, şimdi biz yapınca neden sorun oluyor’ demekten kendini alamıyor. Çin Medya Grubu’nda çıkan bir analizde, ileri teknolojiye erişmenin, işletmeler için normal bir piyasa talebi olduğu belirtilmiş ve Amerikalı politikacıların bu gerçeği kabul etmeleri istenmiş. Aynı yazıda Google şirketinin 2011 yılında 12 milyar 500 milyon dolar ödeyerek Motorola’yı satın alması örnek gösteriliyor ve burada amaç Motorola’nın 17 bin patentli teknolojisini elde etmekti deniyor. Çin şirketlerinin de piyasa kurallarına göre teknolojiye erişme ve patent satın almak hakları olduğu vurgulanıyor.
‘YARATICI YIKIM’ VE YENİ BİR AMERİKAN DÜZENİ!
İklim değişikliği, İran nükleer anlaşması, UNESCO... ABD birçok alanda çekilme siyaseti izlerken, bu boşluğu Çin’in dolduracağı yorumları yapılıyor. Ancak Çin’in stratejisi boşluk doldurmak değil, yeni alanlar açmak. ABD’yi ürküten de tam olarak bu: Çin ABD’nin tahtına göz koymuyor, o tahtı işlevsiz hale getiriyor! Bunu fark eden ABD yönetimi, Mark Leonard’ın tabiriyle ‘yaratıcı yıkım’ sürecine başlamış görünüyor. Washington’ın isteklerine uygun yeni bir dünya düzeninin müzakere edilmesi için mevcut kurum ve süreçlerin bertaraf edilmesi gerekiyor. (Leonard’ın 24 Temmuz 2018 tarihli FT yazısı, Çin’deki Trump algısına dair bazı gözlemler sunuyor: The Chinese are wary of Donald Trump’s creative destruction)
Obama döneminde sıkça iki ülkenin Tukidides tuzağına (yükselen bir gücün mevcut süper gücü tehdit etmesi ve gerginliğin savaşla çözülmesi) düşmeyeceklerinin altı çizilirdi. O vakit Çin-ABD ilişkileri ‘büyük devletler arası yeni tip ilişki’ olarak tanımlanıyordu. Çatışma yoktu, ortak kazanç ve karşılıklı saygı vardı. Obama, ‘Çin’in barışçı kalkınmasını dünya için bir kazanım’ olarak niteliyordu. Ancak Trump’ın ‘Make America Great Again’ siyaseti ile Xi Jinping’in ‘Çin Rüyası’ artık karşı karşıya gelmiş ve Tukidides tuzağının eşiğine çoktan gelinmişti. Trump’a kadar, gerek Amerikan gerekse Çin tarafı adımları özenle seçerek bu tuzağa düşmeme, en azından olabildiğince geciktirme gayretindeydi. Trump ise uluslararası siyaset sahasının tüm alanlarına mayınlar (yaptırımlar) döşeyerek, kendisi hariç tüm diğer tarafların hareket kabiliyetini sınırlamak hevesinde. Diğer yandan, gelinen noktada, yaptırımlar ters tepmiş gibi de görünüyor, zira yaptırıma maruz kalanların değil, bu kez yaptırım uygulayanın hareket alanı daralıyor. Trump’ın yaptırımları sayesinde, Avrupa ile Çin arasında eşi görülmemiş bağlar oluşuyor, Türkiye’nin son yıllarda Avrupa’yla sorunlu ilişkileri hal yoluna giriyor, Pekin ile Ankara arasındaki siyasi güven belki de ikili ilişkilerde en yüksek seviyede bulunuyor. Venezuela ile Türkiye, Çin ile Panama sınır komşularıymış gibi yakın ilişki kurabiliyor. İçeride ekonomik sorunlarla boğuşan bazı Karayip ülkeleri arka arkaya Çin’le diplomatik ilişki tesis ediyor.
Trump’la başa çıkmak, dünyanın halihazırda karşı karşıya bulunduğu yeni bir deneyim. Çin’in bu işten nasıl sıyrılacağı, sadece kendisini ilgilendirmiyor, kabul edelim yahut etmeyelim, bir şekilde Çin’in ‘eline bakan’ onlarca irili ufaklı ekonomi ve milyarlarca kişilik nüfus, bu çekişmenin neticelerinden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek. Bu süreç ya Çin’i belli ölçüde durdurup doğal sınırlarına çekecek yahut ülkenin yükselişine hız katacak.
Yine de sonunda kazanan ile kaybedenin zayiatı arasında çok büyük fark bulunmayabilir. Çinlilerin kadim ‘savaş sanatı’ şu gerçeği hatırlatıyor: Düşmanından bin alırsın, senden sekiz yüz gider. (Shadi yiqian, zisun babai)