
Yazar Faruk Yıldız'a çocuk edebiyatı ile ilgili sorularımızı yönelttik. Yıldız, ''Çocukken elimden bırakamadığım kitaplar nasıl yazılmışsa öyle yazmaya çalışıyorum. Kitaplarımın sevilmesini de buna bağlıyorum. İç sesimizi takip etmek işe yarıyor.'' diyor.
Her yıl sayısız etkinlikte binlerce çocukla bir araya geliyorum. Her hafta Çocuklar Okuyor Kulübü’nde çocuklarla sohbet ediyorum. Onlarla okudukları kitaplar hakkında uzun uzun konuşuyoruz. Gün geçtikçe beni şuna inandırıyorlar: Kitap sevmeyen çocuk yok. Seveceği kitapla henüz buluşmamış çocuklar var. Ailelerimiz, öğretmenlerimiz bu çağrıyı dikkate almalı. Onlar için yazmak zorundayız. İlgi çekici, merak uyandırıcı, eğlenceli, macera yönü güçlü... Çocukların kitaplardan beklentisi bu yönde. Sonuna kadar haklılar. Okumak bir keyif alma meselesi sonuçta. Öğretmenlerin, ebeveynlerin ve yayıncıların da kitaplardan beklentilerini göz ardı edemeyiz. Eğitici yönü, ahlaki çerçeve, dil becerilerine katkı gibi ölçütleri çocukların keyif alacağı şekilde sunmak mümkün. Ben bunun yolunu kendimce şöyle buldum: Çocukken elimden bırakamadığım kitaplar nasıl yazılmışsa öyle yazmaya çalışıyorum. Kitaplarımın sevilmesini de buna bağlıyorum. İç sesimizi takip etmek işe yarıyor. Çocuk edebiyatı birçok yönüyle şiire benzer. Az sözcükle çok şey anlatmak, sade ama derin bir dil kurmak gerekiyor. Kafanızda belli kalıplar kurarak güçlü metinler üretemezsiniz. İyi kitaplar nasihat vermez, düşündürür. Bir baba ve bir öğretmen olarak bu çizgileri aşmamak için zaman zaman kendime de bunları hatırlatıyorum. Öncelik çocukların!
Benim için her şey Jules Verne’in Aya Yolculuk kitabını okuduğum gün başladı. Bayburt’ta, 90’ların soğuk bir kış gününü hayal edin. İlkokul ikinci sınıftaydım. Sobanın başına oturmuş, okuduğum kitabın sayfaları arasında kaybolmuştum. Düşünsenize, Türkiye’nin en küçük şehirlerinden birinde, sekiz yaşında bir çocuk elindeki kitap sayesinde defalarca aya gidip geliyor. Bundan daha gizemli ne olabilir? Okumak hayatın yaşadığım yerle sınırlı olmadığını, hayal gücüyle her yere ulaşabileceğimi hissettirdi. O günden sonra kitaplar arasında yolculuğum başladı. Aynı yıl öğretmenimi kaybettim. Yaşadığım kaybı ifade etmenin yolunu yazmakta buldum. Senelerce günlükler tuttum. Hiçbir zaman yazdıklarımı insanlarla paylaşmak, “yazar olmak” gibi bir hayalim olmadı. Ta ki 2014 yılına kadar. Eşimin desteğiyle öykülerimden birini Gençlik Spor Bakanlığının düzenlediği Genç Kalemler Öykü Yarışması’na yolladım. Ödül töreninde sevgili İskender Pala ile tanıştım. Daha doğrusu kendisi yazdıklarımla özel olarak ilgilendi. Çok şaşırmıştım. Sağ olsun, yazmaya devam etmem konusunda beni yüreklendiren İskender hocadır. Yaşadığım kırılma anlarından biri de buydu sanırım.
Bir tercihten çok zorunluluk. Kendini keşfetme her yaşta, hemen hepimizin esas meselesi. Ne okuyor ya da ne yazıyorsak bu keşfin bir parçasını tamamlamaya çalışıyoruz. Çocuk kitaplarında bu temanın daha baskın olması da doğal geliyor bana. Çocukluk ve ilk gençlikte hayata dair temel sorular filizleniyor. “Ben kimim, ne yapmalıyım, nasıl yaşamalıyım?” Kitaplar bu soruları sordukça çocuklarımızın ufkunu açıyor. Son dönemde çocuk edebiyatı eserlerinin daha nitelikli oluşunu da buna bağlamak mümkün.
Çocukluğum gelip benim elimden tuttu, bir daha da bırakmadı! Sanırım böyle ifade etmek daha yerinde olur. Üstelik biraz da haylaz bir çocuktu. Gittiği okullarda kendini pek yormadı. Hep durumu kurtaran notlar alıp kendi dünyasına daldı. Hakkını yiyemem, iyi kitap okurdu ama bunun da okulda pek kıymeti yoktu. Şimdi okullarımız biraz olsun değişti. Geriye dönüp bakınca pişman olduğumu söyleyemem. Okulun ötesinde bir dünyanın varlığını o kitaplar sayesinde keşfettim. Ben hâlâ aynı yerdeyim. Günümüz okulları bana yaklaştı diyebilirim.
Dergi kültürü yetişkin edebiyatında da giderek kan kaybediyor. Ben de yazmaya yetişkin öyküleriyle ve dergiler aracılığıyla başladım. Dergiler, yazıya adım atmanın ötesinde, metne ciddiyetle yaklaşmayı öğretti bana. Bir anlamda gerçek anlamda eser üretmenin ön çalışmaları oldu. Orada yazdıklarımı yeniden okumayı, beklemeyi, eleştiri duymayı, metne mesafe koymayı öğrendim. Bu yüzden bir metnin yayınevine ya da editöre ulaşmadan önce dergi tedrisatından geçmesini hâlâ önemsiyorum. Bu süreç eserlerin kalitesine de yansıyor. Bunun bir zorunluluk olup olmadığını kestirmek zor. Çünkü yazı yolları çeşitlendi. Dergicilik iyi bir okul ama tek okul değil. Üstelik “Okulu asıp oyuna kaçanlar” da iyi kitaplar yazabilir sanki.






