
Bir Tutam Karanfil filmi.
Dedemin vefatıyla beraber arkasında bıraktığı buruk bir acıyla doğdu bu hikaye… O ölmeden önce bizimle İstanbul’da yaşıyordu. En büyük endişesi ise, “Burada ölürsem cenazemi nasıl kendi toprağıma götüreceksiniz?” sorusuydu. Dedemin öz toprağına olan bu bağlılığı beni çok derinden etkilemişti. Baktığımız zaman insan her yerde insan, ölüm aynı ölüm ve toprak da aynı toprak… Nedir bu öze duyulan arzu ve meyyal derken, kendimizi bir anda böyle bir hikayenin içinde buluverdik.

“DOĞAMIZ GEREĞİ YOLCU VE MÜLTECİYİZ”
Yol ve yolculuk, içimde her zaman varoluşa dair bir şeyleri uyandırıyor. Bu derin hasseleri ifade etmek için, kendimi sürekli yol hikayelerinde buluyorum. İnsan doğası gereği zaten bir yolcu... Bu, dışsal olarak alemi ervahtan kabre olan bir seyahat olabileceği gibi içsel olarak bir seyrü süluk hali, yani ruhsal bir yolculuk da olabilir. Kendimi sürekli bu yolculukların arasında savrulurken hissediyorum. Sanırım bu tasavvur ve tahayyül hikayelerimize de yansıyor.
Ayrıca insanın ruhunu ve nefsini hep görmezden gelmesi ya da fark edememesi, sadece kendi bedenine “ben” deme gafleti, ölümün ise yalnızca beden üzerinde tezahür ettiği algısı beni hep düşündürmüştür. Ruh, nefis ve bedenden oluşan bu üç unsurun sınır noktasına kadar olan bu tuhaf yolculuğu sanırım “Bir Tutam Karanfil” in özünü oluşturdu.
“İNSAN ÖLÜMÜ SIRTINDA TAŞIR”
Aslında amacım, özellikle mülteci konulu bir film yapmak değildi. Daha çok ölüm, yol ve yolculuk gibi evrensel temaları anlatmak için mülteciliği bir araç olarak kullandım diyebilirim. Zaten mülteci filmlerinin büyük zorlukları vardır. Dramatik olan bir durumu ajite etmeden anlatabilmek, bir mayın tarlasında yürümek gibidir. Bu yüzden hikayeyi ana karakterin dramı üzerine değil, etrafında gelişen olaylar çerçevesinde şekillendirmeyi tercih ettim.
Bu hikayeyi benim için ilgi çekici kılan şey, insanın ölümü sırtında taşıyor olma hissiydi. Mültecilik bu noktada benim için bir istinat noktası oldu diyebilirim. Aynı zamanda, bizlerin de bu dünya sürgününde birer mülteci olduğumuz hissi, hikayenin yer ve zaman kavramını daha da belirsizleştirdi.
“JAPONYA’DA İLGİNÇ TEPKİLER ALDIK”
Filmimizin dünya prömiyerini Tokyo Film Festivali’nde gerçekleştirdik. Uzak Doğu seyircisiyle bu konuyu paylaşmak benim için oldukça ilginç bir deneyim oldu. Orada filmin anlaşılmama endişesini en yoğun şekilde hissetmiştim. Beklediğimin aksine, hikayemizdeki tasavvufi dokuyu mistisizm olarak değerlendirdiler. Ruhsal yolculuğu Nirvana’ya ulaşmak, ölümden sonraki başka bir hayata uyanmayı da reenkarnasyon olarak yorumladılar. Ancak kültürel farklardan dolayı bazı konuları anlamakta zorlandıklarını fark ettim. Örneğin, neden cenazeyi tabutla taşıyoruz da cesedi yakarak küllerini bir şişe içerisinde taşımıyoruz gibi detaylar... Arap ve Balkan ülkelerindeki festival seyircileri ise bize daha yakın bir bakış açısı sergilediler. Kısaca yurtdışında aldığımız geri bildirimler genel olarak olumlu yöndeydi.
“OYUNCUNUN GERÇEKLİĞİ FİLMİN ÖNÜNE GEÇEBİLİYOR”
Oyunculuk konusunda her zaman özel bir ihtimam göstermeye çalışıyoruz. Genel itibariyle, gerçek hayattan insanları bulmayı tercih ederiz. Örneğin, çocuk oyuncuyu bulmak için cast direktörümüzle birlikte birçok mülteci kampını dolaştık. Birçok deneme çekimi gerçekleştirdik. İhtiyar karakterimiz için de hakeza... Oyuncuları bulduktan sonra, çekim öncesinde eşimle birlikte bizzat uğraşarak farklı metotlar denedik oyuncular üzerinde. Çünkü ben şuna inanıyorum: Seyirci olarak, bir oyuncunun gerçekliğine inandığımızda, filmin dünyasını da anında kabulleniveriyoruz. Bazen hikayenin kendisi bile bu gerçekliğin önüne geçebiliyor.
“SALGIN SÜRECİNDE ÇEKİMLERİ YAPTIK”
Evet, gerçekten zorlu bir süreçti. Bakanlık ve TRT destekleri dışında bağımsız sinemaya destek veren başka bir kuruluş olmaması büyük bir engel... Bütçe anlamında zorluklarla mücadele ederek filmi hayata geçirebildik. Bu nedenle yurtdışında birçok ortak yapımcıyla görüşme yaptık ve sonunda Belçika’dan bir yapımcıyla işbirliği kararı aldık. Film çekimlerini pandeminin en zorlu dönemlerinde gerçekleştirdik. Bunun hem olumlu hem de olumsuz yönleri oldu; sürekli Kovid testleri yapmak oldukça can sıkıcıydı. Ancak diğer yandan, hikayenin gerektirdiği ıssız yollar ve mekanlar için fazladan çaba sarf etmek zorunda kalmadık.
“EVE İŞ GETİRMENİN TERSİ VAR BİZDE”
Eşimle birlikte çalışmak gerçekten harika bir deneyim. Senaryoları hep birlikte yazarız, bu da bize bir hikaye üzerinde düşünmek ve fikir alışverişinde bulunmak için bolca zaman sağlar. Tabii çocuklardan fırsat bulduğumuz ölçüde. En büyük sıkıntımız ise, hani bir darbı mesel vardır “Eve iş getirmeyin” diye; bizde hep tam tersi olur.
“SİNEMACI SOSYAL MEDYA İLLETİNDEN UZAK DURMALI”
Akademilerde verdiğimiz atölye derslerinde ve söyleşilerde gözlemlediğim kadarıyla, gençler arasında şöyle bir intiba var: “İyi sinemacı olmak için çok film izlemek gerekir.” Oysa ki tam tersi, sinemanın yolu hayal dünyasını terbiye etmekten geçer. Bunu için derinlemesine okumalar yapmak, bol gözlem yapmak ve çokça yazmak gerekir. Genellikle workshoplarda bunun üzerine eğilmeye gayret gösteriyoruz. Ve hepimizin göz ardı ettiği diğer önemli husus; hayal dünyamızın katili ve ruhumuzun enkazı “sosyal medya” illetinden de özellikle uzak durmak gerekir.
Kasım ayında eşim Büşra’nın ilk uzun metrajlı filmi “Gün Çiçeği”ni çekmeyi planlıyoruz. Bu film TRT ortak yapımı bir proje ve senaryosunu birlikte kaleme almıştık. İnşallah önümüzdeki seneye kadar tamamlanmış olacak. Ayrıca, şu anda bir senaryo üzerinde çalışıyorum ve bu projenin yönetmenliğini üstleneceğim. Bu sefer bir şehir hikayesi ve bir arayış öyküsü… Bakalım ortaya nasıl bir şey çıkacak göreceğiz.
