Yazar Cem Sancar Nasreddin romanıyla okuru selamlıyor. Sancar, “NasReddin Hoca bir irfan ehlidir, mutasavvıftır. Mahmut Hayrani’nin öğrencisidir. Mahmut Hayrani ise Ahmet Gazali, Senai ve Attar’ın nehrinde yıkanmıştır. Mevlâna’nın çağdaşıdır. Kendisi aşk ve vecd halinde bir düşünürdür” ifadelerini kullanıyor
Nasreddin Hoca’yla ilgili uzun zamandır araştırmalarda bulunan gazeteci, yazar Cem Sancar NasReddin romanıyla okuru selamlıyor. NasReddin’in dünden bugüne uzanan hikayesini Sancar ile konuştuk. Sancar’a göre Nasreddin Hoca bir Anadolu ermişidir. “Nefsin, egonun, keçi bacaklı içgüdülerin gittiği, sürüklediği yere gitmemeyi anlatmak için eşeğe ters binmiş”tir. n İlk sorumu kitabınızın ismi ile ilgili sormak isterim. Nasreddin ismini Nas ile Reddin’i birleştirerek yazmışsınız. Kitabı eline alan okuyucu bundan ne anlayabilir? Güzel soru. Sözlüklerden yol alalım bence: Nasr nedir ne anlama gelir? “Yardım etmek, desteklemek, sıkıntıdan kurtarmak; zafer vermek” anlamındaki nasr (nusret) kökünden türeyen nasîr kelimesi. Nasr: “Zarar ve sıkıntıyı defetmek…” Sözlükler böyle… Nasreddin ise “dini sıkıntıdan kurtaran, yeniden söyleyen, anlaşılır kılan” demek anlam olarak. Okurun bu isim üstüne çağrışımlarla düşünmesini istedim. Kitabımın ismi, oradaki tipografi, bugün bu çağda bir “yeniden söylemeye” ihtiyacımız olduğunu düşündürsün istedim. Daha fazla bir ipucu da vermek istemem doğrusu…
Nasreddin Hocayı yanlış anladık
Günümüzde birçok yazar, modern hayattan bunalan kişileri tasavvufla buluşturup huzura erdirirken Şems, Mevlana gibi mutasavvıfları merkeze alıyor. Oysa, siz aynı yolculukta Hoca Nasreddin’i merkeze aldınız. Tercihinizin nedenleri nelerdi? Nasreddin hakkı yenmiş bir aziz. Hele Nasreddin Hoca şenliklerindeki o dandirikten takma sakallı, eşekten düştü düşecek tiyatrocuların enstantanelerini hatırlarsanız ne demek istediğim daha bir anlaşılır… Nasreddin Hoca bir Anadolu ermişidir, irfan ehlidir, mutasavvıftır. Mahmut Hayrani’nin öğrencisidir. Mahmut Hayrani ise Ahmet Gazali, Senai ve Attar’ın nehrinde yıkanmıştır. Mevlâna’nın çağdaşıdır. Kendisi aşk ve vecd halinde bir düşünürdür. Nasreddin o melâmet-kınanma hırkası sahiplerinden el almış ve o şekilde halk arasında yaşayarak, halkın boyasına boyanarak diyeceğini zekâ ve latifeyle demiş… Burada sorun şu; biz geçmiş zenginliğimizle irtibatımızı kopardığımız için onu komedyen sanmışız. O, nefsin, egonun, keçi bacaklı içgüdülerin gittiği, sürüklediği yere gitmemeyi anlatmak için eşeğe ters binmiş…
Modern insanın daima damdan düşmesi
Neyse… Ben şu yaşadığımız dünyada halen eşeğe ters binmek gibi eylemlerin manidar olduğunu düşünenlerdenim. Modern dünya, daha doğrusu bizim sakat modernleşmemiz aynı sorunları yaşıyor. Bilim ile maneviyat, şehirli hazlarla kendini nefs muhasebesinden geçirerek tekâmül etme, dedikodu ile derin düşünce arasında aynı zıtlıklar yaşanıyor. Hâlâ pozitivistdeneyci aklın tek akıl olduğunu düşünenlerle, ilahi metinleri lafzına, biçimine takılarak yorumlayanlar aynı tatsız merasimin içindeler. Bunalım ve sıkıntı bu noktadan alevleniyor. Aslında büyük bir cehalet içinde bırakılmışız, oradan çıkmaya çalışıyoruz hepimiz. Aydınlanma, mutluluk ve huzur arıyoruz. Fakat bunun manevi araçlarını kaybetmişiz! Problem o… Modern insan bir damdan düşmeler senfonisinin içindedir. Düşüp duruyoruz. Bize kendisi de damdan düşen bilgeler lazım. Bu boğuntudan biz ancak boğuntudan geçmiş insanlarımızı, uzun, çileli yollar kat etmiş bilgelerimizi anlayarak çıkabiliriz… Eğer gerçekten bir yenilenme, bir kültürel atılım yapacaksak hakikat erbaplarını yeniden konuşmalıyız. Ben de bu romanımda çağdaş, kafası karışık, süregiden hayattan rahatsız, vicdanıyla problemli bir mizahçının Beyoğlu-Cihangir’den, toprağına yabancı bir kültür sektöründen başlayan ve büyük bir yolculuğa çıkarak kendini temize çekmesinin hikayesini yazmaya çalıştım. Bu bir kendinden kendine yolculuk hikâyesidir. Kendini tanıma ve temize çekme macerası…
Uyku ve uyanıklık hali üzerine yeniden düşünmek
Kitabınız kahramanı Nas, 20 yıllık bir uzun yolculuğun sonucunda dünyaya yeni bir gözle bakmaya başlıyor. Bu süreçte çeşitli sorgulamaların içinden geçerken ona ağırlıklı olarak kurbağa yol gösteriyor. Neden kurbağa? Psikoloji ilmine bakarsak görürüz ki, rüyalarımızda gördüğümüz bazı nesneler birer simgedir. Yani insan bir hayvan görür ama esasında o, hayatımızdaki bir insanı remzeder, işaret eder. Mesela tasavvuf metinlerinde insanın sırtında ayı ile gezmesi, doymazlığımızı (nefsi emmare) temsil eder. Bir güvercin, ki romanımda bir habercidir o. Biliyorsunuz, kızıl kanatlı bir güvercin gezmektedir sayfalarda… Feridüddin Attar’da konuşan kuşlar tanrıyı ararlar. Yani psikiyatrinin bulduğunu sandığımız şeyler, bizim medeniyetimizin düşünürleri tarafından tanımlanmıştır. n Kurbağaya gelince! Önce şunu anlatmalıyım, prenses kurbağayı öper ve kurbağa değişip insan olur. Peki prenses kim? Ya da yüzyıllık uykuda uyuyan ve uyanan kim? Bu bizim ‘uykudaki bilinç’ durumumuz olmasın? Biri bizi uyandırana kadar her şeyi farklı ve de değişik görüyor olabilir miyiz? “Ölmeden ölünüz” durumu bu olabilir mi? İnsan bu hayatta maddi-manevi ölümü tecrübe ederek uyanabilir mi? Yani masallarda, mesellerde anlatılanları biz hakikatin değişik veçheleri, cenahları olarak analiz edebilir miyiz? Ecnebinin “Hermönetik” dediği şey, semantik-anlambilim dediği şey, bizim Bâtıni-içsel-soyut bakış dediğimizle aynı şey mi acaba?..
Bazı sırlar gizledim
Bu sorulardan yola çıktım. Peki de niye kurbağa? Romanlarıma naçizen sırlar gizleyen bir yazarım ben. Okurla cilveleşirim, şakalaşırım, nazım vardır. Sürprizleri severim. Her romanıma böyle gizemler gömerim. Bazı şeyleri açıkladım biraz önce. Niye kurbağa sorusunun cevabını okurumun bulması isterim. Böyle bir oyunum var okuyucumla. Müsaade ederseniz, oyundan çıkmayayım...
Kendi yolculuğuma bazı kahramanlar da eşlik ediyor
Romanınız çeşitli bölümlerden oluşuyor ve her bölüm ayrı bir hikaye tadında. Ancak, sayfalar ilerledikçe okuyucu birbirinden oldukça farklı isimlerle karşılaşıyor. Robinsonlar ve Cumalar ikiliği üzerine kurduğunuz romanınızda Cemal Süreyya’dan İsmet Özel’e, Kemal Tahir’den Cemil Meriç’e, Goethe’den, Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar onlarca farklı isim okuyucunun karşısına çıkıyor. Buradan baktığımızda kitabınız sizce nasıl bir okuyucu kitlesine hitap ediyor? Her romanın bir uzayı vardır. Ferahfeza bir Türkçenin ve de dipsiz hikmetin peşinde afacan bir öğrenci olarak bendeniz; okurumu biraz zorlayan bir yazar olduğumu düşünürüm. Kendi yolculuğuma onları da ortak etmek isterim. Romana bakışım Oğuz Atay-Kemal Tahir ikilemindedir. Bu romanda anlattığım mizah yazarı kendi medeniyetine cahil de olsa hakikati arayan bir entelektüel. Entelektüel sözünü burada bir elitizm değil bir varoluş olarak kullanıyorum. Okuyan, araştıran, inceleyen ve tefekkür eden. Bu romanın aurası bu... Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti insanının medyanın sandığı gibi idrak anlamında eksik olduğuna inanmam.