Avrupa'da genel olarak, her zaman “Türk”e karşı şüpheci, ürkek, tereddüt dolu ve dostane olmayan bir bakışın mevcut olduğunu yapılan araştırmalar gösteriyor. (Biz de “İnsan Kısım Kısım” kitabımızda Avrupalının Türklere bakışının sosyopsikolojisi hakkında ayrıntılı bir makale yayınlamıştık.) Bu bakış, bugün tüm Avrupa'da gerek toplumsal gerekse politik alanlarda apaçık biçimde hissediliyor. Türk'e karşı bu bakış, aslında Avrupa'daki genel yabancı düşmanlığının bir parçası ve “tehditkâr yabancı” kavramını somutlaştıran tarihsel bir süreç içinde oluşmuş. Avrupa'da Türk düşmanlığının her ne kadar ırksal, dinsel, ekonomik ve toplumsal boyutları var olsa da bunların tamamının alt-yapısını oluşturan ve temeli çok eskilere dayanan topluluk psikolojisini unsurlarını da göz önünde bulundurmak zorunlu.
375 yılında kavimler göçünün başlangıcıyla Hunlar, Kuzey Avrupa'nın önemli bir kısmını ele geçirdi. “Yabancı” dendiğinde muhayyilesinde canlanan “dilini anlamadığı, esmer, saldırgan insan figürü”nün fonetik bir karşılığı olan “barbar” kelimesini Avrupalı, kullanmaya o zaman başladı. Yaklaşık yüz yıl boyunca, “sadece görüntüleri bile insanı korkutan, çok iyi ata binip, silah kullanan, son derece vahşi ve saldırgan” (H. Dollinger) Hunlar, Avrupalının kafasında asırlar boyu silinmeyecek bir korkunun ve düşmanlığın kök salmasına neden oldu. “Uzaktan gelen yabancı”lar, yani “Türkler”, Avrupa kimliğinin “öteki”si olarak yer etti. Daha sonra Müslüman Arapların Avrupa'ya karşı kazandığı zaferler de Avrupalı kimliğindeki “öteki”nin oluşumuna katkı yaptı. Hunlarla başlayan “kötü Türk” imgesine, Arap zaferleriyle birlikte “Müslüman” imgesi de eklendi. Türklerin yeniden, üstelik bu kez İslam'ın lideri ve sancaktarı olarak Avrupa kapılarını zorlamaya başlaması, Avrupalı için Türk ve Müslüman'ı özdeş hale getirdi. Avrupa kimliği, Haçlı Savaşları ve Osmanlı yayılması boyunca “öteki”sini iyice sağlamlaştırdı.
İstanbul'un (Konstantinopolis) fethinden sonra Avrupalı, Truvalı sandıkları Türkleri, Romalılarla kıyaslayacak, bu savaşçı, kanaatkâr, tebaasına kol kanat geren insanların evrensel bir monarşi kurabileceklerine ilişkin inanç, halkın bilinçdışına yerleşecekti. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesiyle birlikte Türklerin erdemlerinden çok kusurları irdelenmeye, korkulduğu kadar hayranlık da duyulan Türk tipinden, hor görüldüğü kadar nefret edilen Türk tipine geçilecekti.
Kimliğinin “öteki”sini oluşturan Türk imgesi, Avrupalı için varoluşunu tamamlayacağı, kendisindeki her türlü huzursuzluk verici özelliği yansıtabileceği, aktarabileceği, gönderebileceği bir psikolojik rezervuar işlevi gördü. Bırakın sıradan Avrupalıyı, Avrupa antropolojisi bile, Türkleri her türlü zevkten yoksun, sanata karşı ilgisiz, tembel, hissiz, elinden hiçbir iş gelmeyen, kendini en iğrenç zevklere kaptırmış ilkel insan, Türkçe'ye ilkel dil olarak baktı. Bu görüşlerin sahibi S.Yerasimos'un “Ne Mutlu Türk'üm Diyene” kitabının önsözündeki şu tespitleri durumun özeti: “Avrupa için Türkler, asırlar boyu 'içimizdeki barbarlar' olarak görülmüştür. Germenler, Normanlar ve Macarlar da Avrupa'ya başta istilacı olarak gelmiş fakat sonunda entegre olmuşlardır. Araplar da Avrupa'dan atılana kadar direnç göstermişlerdir. Ruslar asimile olmakla dışlanmak arasında marjinal bir konumda kalmışlardır. Türklerse Avrupa'nın sadece kendilerine ait bölümünde yer almıştır. Ne inançlarını kabul ettirmeye çalışmışlar ne de Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Güçlü oldukları zaman onlara hayranlık duyulmuş, güçten düştüklerindeyse onlardan nefret edilmiştir. Üç yüz yıldan beri Avrupa'dan itile itile ancak onun uç noktasında tutunabilmiş ve 'Batılılaşmaya' karar vermişlerdir. Avrupa'yla bu kadar uzun süre, böylesine çelişkili ve karışık bir ilişki içinde bulunan başka bir halk bulmak zordur. Haset ve hınç, büyülenme ve korkma gibi çoğu önyargılardan kaynaklanan duygular sorunun çözümünü zorlaştırmaktadır.”
Biz Türkler, Avrupalının gözünde “içerideki yabancı” tehlikesinin büyümesinden başka bir şey değiliz. Artık bu gerçeği görelim. Gerek Avrupa ile temaslarımız gerekse Avrupa'daki İslamofobi ve ırkçılıkla mücadele sırasında bu bilinçle geliştirilmiş stratejilere göre hareket edelim. Avrupa'nın ne kimliğini ne önyargılarını kısa sürede değiştiremeyiz. Ama “Biz sizi istemiyoruz, siz zorla bizim aramıza katılmak, birliğimizi bozmak istiyorsunuz” şeklindeki saplantılarını onarabiliriz. Bunun ilk şartı, “Türkler, sizin önyargılarınızdaki insanlar değil. Evet, sizden farklı yanlarımız var, tamamen sizin gibi olmak istemediğimiz de doğru. Ama sizin bir süredir dillendirdiğiniz farklılıkların bir arada yaşayabileceği ilkesini biz tarihimiz boyunca hayata geçirdik, eğer isterseniz birlikte de yapabiliriz, istemezseniz biz hayatımızdan memnunuz” özgüveniyle davranmak...