|
“Ötme keklik ölürüm”
Annelik, şüphesiz her kültürde temel taşlardan birisi... Her yerde, her zaman anne, “beşer” yavrusundan “insan” elde edesine uğraşan bir simyacı... Anneliğin, rahmin, doğurgan olmanın evrensel bir gücü var. Her birimiz hayata onun önce biyolojik sonra ruhsal bir uzantısı olarak başlıyoruz. Bebekliğimiz sırasında annemize tamamen bağımlıyız, ona boyun eğmeye mecburuz.

Ömrümüz boyunca bir yandan onunla bu güçlü bağı sürdürmeye bir yandan ondan özerkleşmeye çalışıyoruz. Rahminde birlikte bir bütünüz. Doğduğumuzda göbek bağımız kesiliyor ama sadece görünüşte. Bedenimizle ondan ayrılıyoruz lakin onun varlığı, onunla duygusal iletişimimiz, ana besin kaynağımız olmayı, epeyce bir zaman daha sürdürüyor. Fiziki varlığımızı, o olmadan da sürdürebilecek hale gelsek dahi psikolojimiz ondan beslenmeye ölene dek devam ediyor.

Annemizle kaynaşmış, mutlu günlerimize duyduğumuz özlem, aşklarımızın, sevdalarımızın, acılarımızın, sevinçlerimizin de yollarını döşüyor. Annemizin bize verdiği bakımın niteliği, psikolojik bakımdan sağlıklı olup olmayacağımızın, nasıl bir kişilik edineceğimizin belirleyicisi...

Bu dünya hayatında hep uzak bir geçmişe özlem duymamızın, varoluşsal nostaljimizin aslı, cennetten yeryüzüne düşüşümüzde yatıyor. Cennetten nasıl düştüysek annemizin rahminden de dünyaya düşüyoruz. İnsan, iki büyük ayrılığın hicranı ve vuslat çabasından başka nedir ki...

Tüm bunlar, her kültür için geçerli; çoğu zaman hak ettikleri takdiri görmeseler de her kültürün (görünür ya da görünmez) sahici efendisi anneler. Bizim buralarda ise annelik, tüm dünyada olduğundan çok daha özel bir niteliğe sahip.

“İnsana, anne ve babasına iyilikle davranmasını vasiyet ettik. Annesi onu zorlukla taşıdı ve doğurdu.” (Ahkaf/15) “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf!' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: 'Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!' diyerek dua et.” (İsra/23-24) kutlu sözleri, ebeveynimize, özellikle annelerimize karşı nasıl davranmamız gerektiğini formatlıyor. “Cennet annelerin ayakları altındadır” (Hadis) anlayışı sayesinde, annemize olan güçlü hissiyatımız, bu kez inancın gücüyle pekişiyor. İnançlarımız gibi tarihsel psikolojimiz de annelerimizi, hayatlarımızın en sahici kraliçeleri haline getiriyor. Hele ki biz erkek evlatlar nezdinde...

Ne zaman erkek evladın annesine iç dünyasında ayırdığı müstesna yeri anlatmak istesem, gençlik yıllarımdan beri, hemen aklıma, Merhum Ahmet Erhan'ın şiiri gelir. “Bugün de ölmedim anne” şiiri, annemizle ilişkimizdeki sırrın derinliğini anlatmak için muhteşemdir. “...Üstüme bir silah doğruldu sandım/ Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın/ Korktum, güldüm, kendime kızdım/ Bugün de ölmedim anne/... Bana böylesi garip duygular/ Bilmem niye gelir, nereye gider?/ Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar/ Bugün de ölmedim anne.”...

Annelik, buraların erkek evlatları için biricik ve en sahici dertlenme makamı. Acımıza, ıstırabımıza hakikaten sadece annemizin ağlayacağına inanır, kimseye diyemediğimiz sıkıntılarımızı, korkularımızı, onunla, onun hayaliyle paylaşırız. 12 Eylül öncesi, gençlik sokak savaşlarının yaşandığı zamanlarda, kimselere diyemediğimiz ölüm korkumuzu, her gün onlarca arkadaşımız başka gençler tarafından öldürülürken hayatta kalabilmenin tuhaflığını, acıyla karışık sevincini annemizden başka anlatacağımız kimimiz vardı? Böyle dediğime bakmayın, annemize de anlatamazdık tabii ki; üzülecek diye ödümüz kopardı. “Hayalimizdeki annemizden başka kimsemiz yoktu” demek daha doğru. Nedendir bilinmez, burada biz erkek evlatlar, yalnızlığın, korkunun alacakaranlığında kaçıp sığındığımız bir hayal, bir imge de inşa ediyoruz annemizin sevgisinden, kokusundan.

Dertleştiğimiz anne hayalimiz, öylesine umut bağladığımız bir makamdır ki, sözümüzü ona da diyemezsek, kahroluruz. Hele merhum şair Fikret Demirağ gibi “Anam bile bilmez kaç ışık söndü içimde” diyecek bir durumdaysak vay halimize. “Ötme keklik, ölürüm” çizgisinde, annemizin bile bizi duyamadığı uçurumun başında, düşmemek için çabalıyoruzdur. Bu yüzden bizim buralarda erkek evlat olmak, anandan emdiğin sütü helal ettirebilmek için çalışmaktır. Anamızı, vatanımızı, ana-vatanımızı korumak için gerekirse canını feda edebilmektir. “Asker ocağı” bile bize “ana kucağı”dır.

Çok uzattım. Bugüne Anneler Günü diyorlar. Kutlayayım ve onlara Ahmet Erhan'ın “Anne” şiirini hediye edeyim, en iyisi. “Bırak kalsın masada ekmek/ Testide su/ Ayna puslu, pencere camı kirli/ Bırak kalsın saçların dağınık,/ Gözlerin uykulu./ Saksıdaki çiçek susuz, kedi/ Yalını bekler bir köşede/ Bırak kalsın meyve ağaçta,/ Kırlangıç havada/ Dama düşen ince yaz yağmuru.../ Yoruldun artık, bütün gün/ Didinip durdun/ Toprak bile, gök bile, deniz bile/ Bir yerde yorulur/ Bırak kalsın süpürge duvarda,/ Sabun kovada/ Anne, gel yanıma otur.”

twitter.com/erolgoka
#Anneler Günü
#annelik
#isra
#Asker ocağı
9 yıl önce
“Ötme keklik ölürüm”
Kazdıkça neler çıkıyor?
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...