|
Sabahın ve karmaşanın ortasında

Her sabah böyle oluyor. Yıkanmış, tıraş olmuş, dişlerini fırçalamış, üzerinde bir kolonya ferahlığı, bacaklarında güç ve yüzünde bir gülüş ile dışarı çıkıyorsun. Eh, çıkmalı değil mi? Ne de olsa gün boyu çalışacak, medar-ı maişeti kurtarmaya bakacaksın.

Gelgelelim kazın ayağı daha ilk dakikalardan itibaren uzun gelmeye başlıyor. Bir bakıyorsun “eh artık bu kaldırımı bir daha kazmazlar” dediğim yaya kaldırımı yine kazılıvermiş. Hem de boydan boya. Bir yandan çukurlara düşmemeye gayret ederek, bir yandan seni (yani bir yayayı) adam yerine koymadan on santim yanına kadar yaklaşıp sonra vıjjjt diye çamurlar sıçratarak gelip geçen arabalardan korunmaya çalışarak ilerliyorsun. Aman Yarabbi! Bu ne kadar araba. Bir de hava kirliliğini kömüre yüklüyorlar. Yahu Temmuz ayında ölçüm yapılmış, o ayda bile İstanbul’un havası Dünya Sağlık standartlarının üzerinde çıkmış, ne sanıyorsunuz siz. Bu şehirde tam bir milyon iki yüz bin araba var, anladınız mı?

Mevzu açıldı ya, üst solunum yolları tıkanmaya, genzin yanmaya başlıyor. Yürek atışların hızlanıyor. Caddenin sol yanındaki inşaat hızlanıvermiş. Oysa burası yeşil saha idi, birkaç akasya, epeyce de kavak ağacı vardı burada. Yaz günleri birkaç ihtiyar gölgesinde dinlenir, çocuklar dallarına salıncak kurarlardı. Kime peşkeş çekildi acaba? Hangi holdingin bilmem ne tesisi kurulacak? Eh, yakında onu da görürsün. Benzin tankerleri, su tankerleri, TIR'lar, kum ve kömür kamyonları kornalarını daaaat, daaaat diye çala çala geçiyorlar. Havalı kornalar ki kulak dayanmaz. Üst geçidin merdivenlerinden iniyorsun, aman dikkat, sel gibi adam akıyor yani. Biri bir omuz vursa paldır küldür gidebilirsin. Kim vurduya gitti diye buna derler. Zaten geçidin üstünü işporta tezgâhları tutmuş. Çocuklarını kucaklarına yatırmış, şişman ve kırmızı yanaklı dilenci kadınlar, selpakçılar, permatikçiler, ne alırsan elliciler, ayvacılar, boyacılar, oyuncak ayı satanlar, Muş tütünü pazarlayanlar, biri nasıl becermiş ise üç tekerlekli arabayı tâ oraya kadar çıkarmış, gerçekten yaman adam, kendi bağırmıyor, teybe bir kadın sesi almış, mallarını onu bağırtarak satmaya çabalıyor, kasetçilerin hoperlörleri ile bayağı yarışıyor.

Karşı semtin gecekondu arsaları üzerinde onbeş, yirmi katlı apartmanlar, iş hanları, galeriler, atelyeler, gökdelenler yükseliyor. Ara yere bir de tuhaf bir cami sıkışıvermiş. Daracık arsasının üzerinde koca bir kubbe. Üç şerefeli oransız bir minare. Diğer inşaatların hemen hiçbirinde sıva yok sanki. Çatılar da çatılmamış. En üst kat üzerinde demir filizleri paslı paslı kıvrılıyor. Belli ki daha sonra atılacak kat, yeni bir seçim bekliyor. Binaların böylesine yan yana, üst üste, kucak kucağa yığılıvermiş olması, karşıdaki manzarayı absürd hale getiriyor.

Mahallenin önünden üstü açık bir dere geçiyor. Derenin suyu bir gün mavi, ertesi gün kırmızı akıyor. Dere civarındaki bütün işyerleri zaten kanalizasyon gibi akan suya olanca pisliklerini boşaltıyorlar. Derenin kenarında çingeneler çadır kurmuşlar. Üç yaşında, beş yaşında çocuklar yalınayak, başıkabak oralarda dolaşıyor. Bir derenin üzerinden geçen Hızlı Tramvay Hattı manzarayı bir baştan bir başa kalın çizgilerle bölüyor. Bir yerden sonra iri ve gri sütunlarının altından bir yol geçmeye başlıyor. Yoldaki arabalar kuyruk olmuş, belli ki ileride bir kaza var, trafik işlemiyor. Bir ambulansın kırmızı lambası yanıp yanıp sönüyor, sireni acı acı ötüyor. Ne gözün güzel bir şey görebiliyor, ne kulakların güzel bir ses işitiyor. Canını dişine takıp otobüs durağına kadar atıyorsun kendini. Şimdi sıra bir vasıtaya binebilmek. Çünkü bu durakta kuyruk yok. Yığılan kalabalık gelen vasıtanın giriş kapısına doğru düşmana hücum eden bir ordu gibi saldırıyor. Yaşlılar, çocuklar, kadınlar arada ezilmiş, itilip-kakılmış kimin umurunda. Er meydanı burası. Hani ne diyorlar: Şehirde yaşamanın da bir bedeli var. Kırmızıda duracaksın, yeşilde geçeceksin. Külahıma anlat sen onu.

Hadi biz insafa gelelim de seni bir arabaya bindirmiş olalım. Halinden tavrından yaşlıca bir adam olduğun anlaşılıyor. Üstelik elinde koca bir de paket.

Neyse, artık bir otobüstesin işte.

Haline şükret, tek ayak üstünde durmaya çalış. Eğer gücün yeter, tansiyon falan idare ederse iş yerine kadar gidebilirsin. Yo, eğer bir de bu arabadan inip bir başkasına binecek isen, o zaman sen yanmışsın arkadaş. Yanmışsın ki Marmara çırası gibi...

Haydi gazan mübarek olsun...

#tramvay
#şehir
#otobüs
2 yıl önce
default-profile-img
Sabahın ve karmaşanın ortasında
‘Beşikten mezara kadar ilim’
Sarhoştum, hatırlamıyorum
Suçlu kim?
Vergi artışı yerine yapılacaklar
Gazze’deki soykırıma ‘istisnaî’ kılıflar..