Montrö, akla-hayale gelmeyecek detaylarıyla, ‘Kanal İstanbul’ sürecinde çok tartışıldı. Şahsen kaç TV kanalında, kaç kişiyle, saatler boyu meseleyi tartıştığımı hatırlamıyorum. Hatta finalde, Türkiye’nin bu tartışmaları -o günün konjonktürüne göre- Rusya’nın kulağını biraz bükmek adına sessizce izlediği fikri de ortaya çıktı…
O günlerden izlenimim, tartışmacıların büyük çoğunluğunun konuyu ‘şümullü’ ele alamamalarıydı. Ve o zaman da bu kritik konunun siyasi pozisyonlara göre ele alınıp, yorumlandığına şahit oldum. En büyük zorluk Montrö tartışmasını şirazesinde, doğru rotada tutmaktı.
Sonra kapandı gitti. Daha doğrusu biz öyle sanmışız. Meğer ikinci pik varmış…
Pazar gecesi yayınlanan 104 amiral imzalı bildirinin ‘şekil şartları’ dahi, kimi amirallerin, “bir bilgi notunu amma büyüttünüz” mealindeki açıklamalarına rağmen gösterilen reaksiyonu doğru/haklı kılıyor. “Bilgi notuna 104 amiral mi imza atıyor”dan başlayarak, gece yarısı zamanlaması, hitap şekli, “aksi halde” ifadesi, Türk kamuoyunun ve siyasi partilerin hâkim ekseriyetinin yerinde tutumu, “düşünce açıklama hakkı”nı -diğer her olanak imkânlıyken- kullanma formatı, ortada gerçekten de Montrö tartışmasını yükseltecek bir gündemin olmaması, metnin değindiği başlıkların kolajı, Türkiye’nin toplu askeri eylemlere son derece doğal hassasiyeti, nihayet, tarihteki travmaları umursamadan/üzerine basarak yayınladıkları bildirinin yekûnu, imzacıların “siyasi temennilerinin” tezahürü olduğunu gösteriyor…
‘İfade hakkı’nı mı?..
***
Montrö’nün köpürtülmesi konusunda kimi haber kanallarının tutumu da dikkate alınmalı. İlk tartışma sürecinde Kanal İstanbul tetikleyici olmuştu. Bunda o da yok. “Olmayan konu”nun günlerce ve saatler boyunca tartıştırılarak köpürtülmesini de bir-iki haber kanalı özelinde manidar bulduğumu belirtmeliyim.
Özellikle Biden döneminin kendilerine bir ikbal vadettiğini, kendi meşrepleriyle uyumlu bir siyasi iktidarı besleyeceği kabulüne yatırım yapan haber merkezleri olabilir mi?
Nihayet, Türkiye’nin bu bildiriye gösterdiği reaksiyonun dolgunluğu, görmezden gelirsen “yol olur” değildir. Yol olalı çok oldu. “Arkası gelir”i ezmektir…
***
Aynı doğal reaksiyon, zamanlama ve konjonktürü merak etmemizi de içeriyor…
Dolaylı ya da direkt ilgili bir konu, AB-Türkiye ilişkilerinin önemli aşamalarından biri olarak dün gerçekleşen Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel’in Türkiye ziyaretleriydi. Avrupa’nın bu en üst düzey siyasi figürleri bugüne kadar Ankara’yı ziyaret etmeyi dahi taviz sayıyorlardı…
İlişkilerde son dönem yaşanan yumuşama, on yıllardır alışık olduğumuz, “Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği” bağlamının neredeyse dışında şartlar altında gerçekleşiyor.
Yeni ABD yönetiminin Avrupa ile ilişkileri, transatlantik ittifaka verdiği yüksek önem, Ukrayna-Balkanlar-Kırım-Karadeniz çizgisindeki gerilim işin bir boyutu. Bir boyutu da AB çekirdeği. Özellikle de Almanya-Türkiye ve Rusya üçgeninin niteliği ile ilgili. Avrupa’nın, ABD’nin talep/baskılarına itirazlarını, ilişkilerindeki sorunları yazdık. Bu bağlamda Ankara’yı daha çok Avrupa’ya yakın konumlandırabiliriz.
ABD, Rusya ile savaşacak değil. Ancak Avrupa veya Türkiye’nin-beraber veya ayrı ayrı-özel olarak Rusya genel olarak Asya ile ilişkilerini düzenli/normal tutma arzularına yönelik her türlü sabotajı yapacaktır…
“Türkiye bir dönüşüm/değişim geçiriyor. Hedefi tam bağımsızlıktır”. O kadar “bağımlı” yaşadık ki on yıllardır, bu doğal/masum hedef bile bazılarına büyük geliyor olabilir. Ama “Türkiye bunu sadece kendisi için yapmıyor. İşte yukarıdaki coğrafya adına da yapıyor! O elbiseyi nasıl taşıyacaklar?
Safra alçaltır. Yükselmeyi engeller. Atarsınız.
Bir de gemi safraları vardır. Denge için. Hizada durmaları gerekir…