|

Bir yol hikâyesi: Varoluşsal yok oluş

Feridüddin-i Attar’ın “Mantıku’t-Tayr” mesnevisi gerçek aşka, “cemâl-i mutlak”ın eşiğine varan bir arayış rotası çizmektedir. Hikâyede kuşların Simurg’a doğru canlarını, benliklerini feda etmeleri gereken bir arayış yolculuğuna çıkmaları anlatılır. Bazısı aşkın hakikatini anlayamayanlara verilmiş cevaptır.

Yeni Şafak
13:16 - 7/11/2017 Salı
Güncelleme: 13:28 - 7/11/2017 Salı
Yeni Şafak
Feridüddin-i Attar'ın "Mantıku’t-Tayr” adlı mesnevisi yayınlandı.
Feridüddin-i Attar'ın "Mantıku’t-Tayr” adlı mesnevisi yayınlandı.

MELİKE GÖKCAN

Feridüddin-i Attar’ın Türk edebiyatını derinden etkileyen “Mantıku’t-Tayr” adlı eseri, tipik bir “arayış” öyküsüdür. Eser, sembollerin diliyle varoluşsal anlam arayışını anlatır. Mutasavvıf şair, “Bekâbillah” mertebesine dek varacak olan “seyr ü süluk” yolculuğunu “vahdet-i vücut” anlayışını yol alegorisi üzerinden kurgular.

Aşk hikâyelerinde, aslında neredeyse tüm hikâyelerde, gizli veya açık, bir arayış izleği vardır. Bu tarz metinlerin insanın, kendi kalıplarından kurtulup aşkın bir hakikati arayışını anlattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kahramanı evinden, yurdundan, esenlik ve güvenliğinden eden, bilinmeze, tehlikeye, varoluşsal yıkımlara sevk eden en büyük motivasyondur aşk.

Bu bağlamda Attar’ın mesnevisi gerçek aşka, “cemâl-i mutlak”ın eşiğine varan bir arayış rotası çizmektedir. Bilindiği üzere, hikâyede kuşların Simurg’a doğru canlarını, benliklerini feda etmeleri gereken bir arayış yolculuğuna çıkmaları anlatılır. Arayan bütün kuşların kendilerine ait kalıplarını kırabildikleri veya kıramayıp yoldan düştükleri evrenleri vardır. Kimi padişaha bağımlıdır, kimi gül bahçesine; kimi suda bulmuştur arınmışlığı, kimi hazinelerin başında beklemede bulmuştur idealini. Kimi âbid ve zâhiddir; kimisi âlim. Pek çoğu aşk yolunda hedef şaşırmış bülbüldür. Bazısı aşkın hakikatini anlayamayanlara verilmiş cevaptır.

Kuşlar kâh uçarak kâh düşerek yollarına devam ededursun, mürşitleri olan Hüthüt bir takım hikâyelerle onlara yol gösterici anlam haritaları açar. Hikâyelerin hepsi farklı şeyleri anlatır, ama aynı noktayı işaret eder. Tüm bu anlatılar içinde içerisinde biri vardır ki, tüm sınavları, çelişki ve çatışmaları bünyesinde barındırır. En üst perdeden tasavvufun varoluşsal sorunlarını ele alır. İnsanın yeryüzü macerasını gittikçe yükselen uzun bir yol gibi açımlar. Bu yolda zirvelere tırmanabilen insanın tam da varış noktasında nasıl sınanacağını gösterir. Üstelik o esnada sıradan okuru da şöyle bir sınar. Fani “ben”den ezelî ve mutlak “ben”e doğru bir yolda olduğunu hatırında tutsa da şaşıracaktır okur. Çünkü kişisel tekâmül yolunun görünüşte olgunluk çağına erişmiş olan bir ideal model, yoldan çıkmış, dahası derin bir kuyuya düşmüştür. Varış noktasına ulaşmış gibi görünen yol, nasıl da birden başa dönüvermiştir?

Bu, mesnevinin dördüncü bölümünde anlatılan Şeyh San’an’ın hikâyesidir. Hikâyeye göre, Şeyh San’an zamanın büyük manevi rehberlerindendir. Âlim ve zâhid bir kişidir. İbadet ve riyazet içinde geçirdiği ömründe pek çok dost ve mürid edinmiştir. Şeyh’in ilim ve takvada kazandığı mertebelerin özellikle vurgulanması önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu vurgu, maceranın başlaması için olmazsa olmaz bir yapının varlığına işaret etmektedir. İdeal insan modelinin mutlak vasfı çalışma ve gayretle bir noktaya gelmektir. Kahramanı doğru yola yönelten temel kazanım da yanlış yolda olduğunun en önemli göstergesi de budur. Akıl merkezli tüm kazanımlar yoldaki vadilerden biridir. Oraya hem ulaşmak gerekir, hem de geçip gitmek.

Şeyhin inşa ettiği bu “mükemmel dünya” etkileyicidir. Zahiri bir yapılanma olduğundan sosyal yönü güçlüdür. Sağlam aksiyon, etrafta daima bir kitle toplar. Bunlar kolayca görülüp anlaşılabilen eylemin birleştirici gücüdür. Ancak, anlaşılıyor ki güçlü gibi görünen bu benlik modeli aslında iç dayanaktan mahrumdur. İçsel yönü zayıf her yapılanma gibi kolayca yıkılabilir ve yıkılmalıdır da…

YOLUN ÇAĞRISI

Yolculuğa çağrı daima hikâyelerin en önemli kırılma noktalarıdır. Büyük oluşumlar, dönüşümler gizli ya da açık bir yol çağrısıyla başlar. Birey kendi gerçeğini bulmak için yollara düşmelidir. Bu yol döngüseldir, kendinde başlar kendinde biter. Sürekli kendine doğru bir yol izledikçe yolcu, bir de bakar, kendini çoktan geçmiş; aşkın hakikatlere doğru yol almada. Hikâyede bu çağrı rüya yoluyla kahramana ulaşır.

Rüyalar gizli hikmet dilini çözmenin en önemli anahtarıdır. Şeyh, yolda çok önemli bir işaret olduğunu hemen anladığı bir rüya görür. Bu rüyada, Rum ülkesinde yurt tutmuş, bir puta secde etmektedir. Jung’a göre rüyalarda ortaya çıkan şeyler “bireyleşme sürecinin” sembolleri arketipaldir. Bu imgeler yeni bir kişilik merkezinin oluşturulmasını resmeder. (Jung, 2015:131) Jung’un bu tespiti, Şeyh San’an’ın rüyasının en doğru yorumudur. Şeyh’in kıblesi değişir, çünkü ruhsal odağı değişmiştir.

“O âlemin uyanık eri, bu rüyayı görünce eyvâhlar olsun, dedi, şimdi tevfik Yusuf’u kuyuya düştü, yolumuz aşılması güç bir bele çattı!” Derhal teşhisi koyar: “Dünyada bir tek adam yoktur ki, yolda böyle sarp bir geçide rastlamasın! Yoldaki bu sarp geçidi aşarsa, yolu aydınlanacak, gideceği yeri görebilecekti. Fakat o geçidin ardında kalırsa belâlara uğrayacak, yolu uzayıp duracaktı.”

Basiret sahibi Şeyh, rüyalarla gelen haberin karanlık kaotik yanını görse de güvenli liman olan istikrarlı hayatını terk edecektir. Yusuf kuyuya düşecekse düşmelidir. Hayatın önemli kırılma noktalarına dair görülen işaretler atlandığı takdirde tekâmül hamlesinden mahrum kalınır. Kaos olmadan kozmos ummak boşunadır.

Kahramanın yolculuğu evrensel bir temadır. Analitik psikolojiye boyut kazandıran Jung’un teorilerinden aldığı ilhamla beslenen Joseph Campbell, “kahraman”ın hayat hikâyesinin insanlığın ortak hikâyesi olduğunu keşfederek “monomit” kuramını geliştirmiştir. Söz konusu kuram, “kahraman”ın döngüsel nitelikte bir yolculuk gerçekleştirdiğini ve karşı konulmaz bir çağrının yönlendirmesiyle yola çıkan kahramanın farklı semboller ve alegorilerle kendini ifade eden maceralı bir yol deneyimi yaşadığını anlatır. Bu deneyim “erginlenme / olgunlaşma” şeklinde ifade edilen, her biri bir sınav niteliğindeki maceralarla örülmüştür. Sonunda, çilelerle dolu olgunlaşma süreci kahramanın başladığı yere geri dönüşüyle sonuçlanır.

Tasavufi dünya görüşüne göre, “seyr ü sülûk” yolculuğunun da çekirdek yapısı bu şekildedir. “Bezm-i Elest”te o büyük ve muhteşem buluşmayla başlayan yaratılış süreci aynı zamanda bir ayrılığın başlangıcıdır. Zamanın ve mekânın dairesel/ döngüsel işleyişini göz önünde bulundurarak, yani kronolojik olarak önce ve sonra sıralamasını aradan çıkararak bu ayrılışın, Campbell’den “erginlenme” diye tercüme edilen tekâmül/ olgunlaşma süreçleri için bir mertebe olduğunu söyleyebiliriz. Burada yolun kendisinden ziyade yön önemlidir. Yön, “kemâl”e varmak, cemâl-i mutlaka ermek istikametine ayarlanmıştır. “Dönüş” yolun başlangıç noktasına varmayı ifade eder. Yani, kahraman, çok uzun ve meşakkatli olan yolculuk süreçleri tamama erdiğinde aslında başladığı yerdedir.

Yolun kaçınılmaz olduğunu bilen Şeyh San’an, ardında en sâdık müritleri, Rûm ülkesine varıp dolaşmaya başlar. Ne aramaktadır? Kim avcı, av kim? Aranan, arayanı bulur mutlak, hem de hiç ummadığı anda. Şeyh bir köşkün penceresinde bir Hıristiyan güzeli görür, aklı başından gider. Giden sadece akıl değildir. Tam elli yıl boyunca riyazet ve ibadetle kazandığı maneviyatı, edindiği itibarı, mevkii, bu sayede kendine bağladığı müritleri, muhipleri, hâsılı tüm varlık binası bir tufanla silinip gitmiş gibidir. Sonsuzlukta bir “an” olan ömürde, “bir varmış”ın içine ne sığdırabildiyse “bir yok” oluverir.

Bir bakışla, bir anda iradesini, aklını tüm müktesebatını gözden çıkarır, Şeyh. “Cemâl”in karşısındadır artık. Ne bulsa yele verir. Güzel kız öyle istedi diye hayatında değerli olan her şeyden birer birer vaz geçer. “İçki iç” diyen kıza evet diyerek başlar, derken “zünnar” kuşanıp ibadeti terk eder. Kendi tabiriyle imanı satıp küfrü satın alır; itibarından soyunur rezilliği alır. Artık, kimliksiz bir domuz çobanıdır. Kâfir olduğunu ve hiç de pişman olmadığını müritlerine açıkça söyler. Onun tapındığı mihrabı, sevgilinin kaşları; secdegâhı, sevgilinin yüzüdür. Karşısında gözyaşı döken eski dostlarını da artık istememektedir. Ona yalvarırlar, “tevbe et”, diye; O da eski hâlinden tevbekâr olur. Dine geri dön deseler de aşktan başka her şeye inancını kaybetmiştir. Kurtarıcı bir secde için ikna etmeye çalışırlar, sevgili putundan başkasına eğilmeyecektir artık.

Bu, iman ülkesini “say ü gayret”le, “zikir ve ibadetle” kat eden yolcunun, yolun nihaî menzili sayılabilecek bir noktada, kendini imanın zirvesinde görürken ve öyle görülürken o son mertebede yolun dairesel oluşundan kaynaklanan ani bir kavisle imanın küfürle eşitlendiği bir makama dönüvermesidir.

Şeyh’in maneviyatı, tüm inanç ve değerler sistemi benlik etrafında örülmüş, akli ve nakli kazanımlarla elde edilmiş kurgusal bir yapıdır. İmanın kolayca yıkıma uğraması bu güçlü içsel dinamiğin ruhani değil, nefsani bir yapı oluşturduğunu göstermektedir. Kuvvetli bir ruhsal sarsıntı tüm pratikleri yerle bir eder. Bu sarsıntı aşktır. Aşk, benliği darmadağın eder, çünkü o ana kadar bireyin hep kendini merkez alarak kurduğu yapının odağı değişmiştir. “Ben” merkezi “O” nun etrafında savrulmaya başlamıştır. “O’ndan gelen etki, merkezin tüm dinamiklerini yerle bir eden bir entropi sürecidir. Bu yıkım edimsel olarak kurgulanan manevi cephenin çökerek dağılmasına yol açacaktır.

AŞKA TESLİMİYET

Şeyh, “kendilik” tasarımından varoluşsal hakikatini bulmaya doğru bir tekâmül sürecini oldukça hızlı geçebildiyse bu, onun “kendilik” binasını yıkmak konusundaki kararlı niyetinden kaynaklanmaktadır. Çünkü öylesine düşmüştür ki aşka, hiçbir kınayanın kınamasını, cennet ve cehennem gibi önceki benliğinin en önemli dayanakları olan kurguları hiç tereddütsüz bir anda aşıverir. Bu, kendinden, dünyasından ve ahiretinden, itibarından saygınlığından, dostlarının sevgisinden ve hayatını canlı tutan tüm dinamiklerden vazgeçme ve teslim olma hâlidir ki, çok güçlü bir yeniden oluşum için şeyhi hazırlamıştır.

Tasavvufî anlayışta hakiki âşığın en belirgin özelliklerinden biri de toplumsal değer yargılarının zayıflamasıdır. Güçlü bir merkeze doğru çekilen âşık, diğer değerlerden bir bir kopmaya uzaklaşmaya başlar. O yüzden büyük aşk hikâyelerinin felsefi arka planında melâmetî yaklaşımlar vardır. Melâmetîler halkın teveccühünden doğan sosyal değerler sistemine uymayı şirk olarak görür, bundan sakınırlar. Referans noktaları Kur’an âyetidir:

“…. (Onlar) Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir”.( Maide:54)

Ayette, Allah dostlarının Allah’tan başkasının kınamasından korkmadıkları ifade edilir. Bu anlayışa göre, sosyal değerler, Allah’ın değerlerinin karşısında ikinci bir referans noktasıdır. Bu da her daim “vahdet” haline odaklanan ve bu yolda mücadeleyi “cihad-ı ekber” kabul eden anlayıştır. Nefsin mücâhedesiyle kasdedilen öncelikle kendini kınayan nefse erişmektir. (75/2) Kendini kınayan ama Allah yolunda başka hiçbir kınayandan çekinmeyen nefis... Âşıkların hâli budur.

Şeyh de mecâzi aşk yüzünden düştüğü zillet halinden razıdır. Kendini aşka o derce teslim etmiştir ki, kendine inanan, bir ömür sevilip sayıldığı kendi dünyasının insanlarına karşı görünüşü kurtarmayı bile denemez. Yukarıdaki konuşmada geçtiği üzere tam tersi, bağlılarını dehşete düşürerek küfrünü ilan eder. Kınayanların kınamasına aldırış etmeyeceğini çekinmeden söyler. Bu tam teslimiyet hali, samimiyet göstergesidir. Şeyh Attar’ın öngördüğü mertebe budur. Fenafillah yolcusu sadece kötü hallerden vaz geçen değildir, iyi hallerini de terk eden, benliğini her yönüyle yıkıp geçendir.

Şöyle der Attar: “Yola ayak basan, bu yolda ayak direyen, küfürden de geçer, İslâm’dan da! Aşk sana yoksulluğa kapı açar, yoksulluk da kâfirlik yolunu gösterir. Senin küfrünle imanın kalmadı mı şu tenin de yok olur, canın da!”

DÖNÜŞ: YENİ BİR VAROLUŞ

Şeyh’den ümitlerini kesip gerisin geriye memleketleri Hicaz’a dönen müritlere Şeyh’in yakın bir dostu (bazı rivayetlere göre Abdülkadir Geylânî) kızar. Sadık dostlara düşenin tam bir teslimiyetle itaat olduğunu söyler. Dostun haliyle hallenmek gerekir der sadık dost. Hiç değilse duayı terk etmemeliydiler. Pişman olan müridler öyle yürekten âh edip dua ederler ki, kabul kapıları açılır. Rüyada görünen Hz. Peygamberin müjdesiyle yollara dökülen müridler Şeyh’i değişmiş bulurlar. Aşk ıstırabıyla varlık binasını yerle bir eden Şeyh, bambaşka bir haldedir artık. Öyle derin bir “hiç” noktasına varır ki, bu manevi anaforda Rum kızı bile derinden sarsılır, iman eder. Ancak, bu ağır yükü taşıyamayacaktır, kız oracıkta can verirken Şeyh ise yeni ve daha güçlü bir imana kavuşur.

Kendi benliğinin sınırlarını aşmayı başaran insan mahviyete yakındır. Bu, sûfî düşüncenin “ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinde buyurulduğu gibi ölerek dirilme anlayışının ifadesidir. Maddeden ölen sûfî, mânâda dirilir. Hıristiyan kızının ölümü bu sürecin ilk aşamasıdır. Bir surette takılıp kaldığı için hedef şaşıran aşkın, putlaşan sevgili imajını kırarak mutlak cemale yönelmesi bir tamamlanma sürecidir. Bu noktada şeyh görünürde başladığı yere geri dönmüştür. Oysa başladığı yerden çok farklı bir noktadadır. Çünkü yolun başlangıcında dualite yaşamıyordu. Hiçbir içsel çatışma olmaksızın ibadet ve gayret halindeydi. Oysa yükseliş, daima çatışma çarpışma ile olur. Mücâhede zıt güçlerin çarpışmasını gerektirir. Bulunduğu yere sadece iyicil hasletlerle gelmesi Şeyh’in mücadele ve mücâhede olmadan elde ettiği makamdan düşmesine yol açar. Şeyh, yaşadığı tüm o paradoksal çatışmalarla putperestlikten imana, kesretten vahdete, dalaletten hidayete, parçalanmışlık halinden bütünlüğe, isyandan teslime dönerek aslında dengeyi, ruhsal odağını bulmuştur.

Bir başka nokta da idrak merkezinin, içsel dinamiklerin odağının değişmesidir. Şeyh başlangıçta zâhittir. Bu, zihin ve akıl merkezli bir idraktir. Oysa zihin kolaylıkla yanıltıcı benlik algısı oluşturabilir. Kalbi idrak merkezi ise aşka açıktır.

Mevlânâ’nın “çamura saplanmış eşek” metaforu tam da bu durumu anlatır. “… Kalem yazı yazmakta koşarken; aşka gelince yarılır. Akıl, aşkı açıklamada eşek gibi çamura batar. Aşk ve âşıklığın açıklamasını yine aşk söyler. Güneşin delili, güneştir. Sana delil lazımsa ondan yüz çevirme” (Mesnevi: 1/112–116). Aslında helezonik bir görünüme sahip olan yol ilerlemeye devam etmektedir. Her bir döngü bir mertebenin tamamlandığına işaret eder. Bu mertebe önemli sınav alanı olan “fenafillah” a götürecek yoldur. Bu aşkın yoludur.

#Aşka Teslimiyet
#Yeni Bir Varoluş
#Yolun Çağrısı
6 yıl önce