Yazar, sinema eleştirmeni, çevirmen, radyo programcısı, gazeteci… Sevin Okyay’dan bahsederken hangi özelliğini doğrusu isminin önüne getireceğimi bilemedim. Elime ON8 Yayınları arasında çıkan Ara Sıra Ve Daima adlı kitabını alıp ilgilendiği her işi severek yapan bu güzel insanla buluşmaya gittim. Radikal gazetesinde yazdığı portrelere yirmi kadar yeni portre daha ekleyerek hazırladığı bu kitap onunla tanışmam için güzel bir fırsattı. NTV’nin kantininde oturup kitaptan, yaptığı çevirilerden ve yayıncılık sektörünü konuştuk.
O işlerin ortak özelliği hepsini severek yapmış olmam diyebilirim.
Evet Sirkeci’de 10 yıl tıbbi cihazlar ithal eden bir firmada çeviri yaptım. Yayınevlerine çeviri yapmaya da o dönemde başladım. Aynı binada yayınevlerinde çalışan arkadaşlarım vardı yanlarına gidiyordum.
İki tane kırtasiyeci arkadaşım vardı. Onlar bana İnkılap Yayınları’ndan çevrilecek kitap buldular. İlk çevirdiğim kitap bunlardan biriydi. Georgette Heyer’in bir polisiye romanıydı ve kahramanımız 19’uncu yüzyılda İngiltere’de yaşayan bir hırsızdı. O dönemin argosuyla, yer altı dünyasının diliyle konuşuyordu. 330 sayfalık bu kitabı çevirirken çok zorlandım ama sonunda bitirdim. Benim için zor bir kitaptı diyebilirim.
Maalesef basılmadı. Çünkü yayınevinin beklediği bir kitap çıkmadı. Polisiye ama içinde aşk falan vardır diye düşünmüşler sanırım. Öyle olmayınca bana bin lira çeviri için telif verdiler ama basılmadı. İlk basılan kitabım 60 kitapçıktan oluşan İnsan Vücudu adlı bir sağlık kitabı serisiydi.
Evet anlattım kitapta. Arkın Yayınları’na görüşmeye gittiğimde Rekin beyi tanımıyorum tabi. Bİr gözlüklü beyle konuştum ve çeviriyi aldım ama baştan aşağı kitap tıbbi terimlerle dolu. Kitabı çevirebilmek için Pars Tuğlacı’nın hazırladığı dört ciltlik Tıbbi Terimler Sözlüğü vardı. Bu sözlüğü aldım ve başladım çevirmeye. İlk basılan kitabım da bu oldu. Daha sonra Rekin Teksoy’la tanıştık tabi ben işi ondan aldığım için hatırlıyorum ama o beni hatırlamıyor. Çünkü bu iş için en az 60 kişiyle o sırada görüşme yapmış.
Bir kere ben pazarlık edemiyorum. Bunu ayıp saydığımız için para konuşamazdım, hala da böyle düşünüyorum. Oğlum Kutlukhan bana takılır: “Yaptığın işten hoşlandığın için neden para verdiklerini anlamıyorsun.’’. (gülüşmeler). Şimdi adını söylemeyeyim büyük bir gazetenin internet sitesi açıldı ve benle bir arkadaşıma sinema yazıları yazmamızı istediler. Ama en başta ücret veremeyeceklerini reklam almaya başlayınca telif ödeyeceklerini söylediler biz de iki yeni heveskar insan gibi başladık. Bir gün arkadaşıma ‘biz ne zamandır yazıyoruz?’ dedim meğer bir buçuk yılı geçmiş biz hala tek kuruş almadan yazmaya devam ediyormuşuz. Arkadaşım bıraktı ben bir yıl daha ücretsiz yazmaya devam ettim.
Mesela Altın Kitaplar biz çevirmenler için önemliydi. O zaman Oya hanım vardı. İşi götürüp teslim edince bir hesap makinası vardı çıkarır forma üzerinden hesap yapar ve hemen ödeme yapardı. Bu yüzden benim gözümde de çevirmenler için de buraya çeviri yapmak önemliydi. Güvenilirlik farkı bizim için önemliydi.
Çeviri yaparsın yayınevine götürürsün ve yayınevi sahibi sana der ki ‘ ben şu kadar sayfa parası veririm, sayfa sayısını sen mi azaltıyorsun ben mi?’ O yaptığın çeviri kitap artık evladın gibidir. Kimsenin müdahale etmesine kıyamazsın oturur çevirine kıyar sayfa sayısını düşürürsün. İşte bu zor bir durumdur. Ama yayınevleri de her şeyden önce ticari müesseselerdir bunu da unutmamak gerekir.
Çok daha beteri vardır tabi. Mesela bir tanıdığımız vardı Cağaloğlu’nda daha alt işlerde çalışırken yayınevi kurdu ve klasikleri basmaya başladı. Çocuğuna vermiş klasiklerin çevirisini yapması için. Bir çeviri kitabın sayfasında bir iki özgün cümle değiştirince bunun çeviri olduğunu sanıp basan yayınevleri var. Tabi böyle bir şeyi büyük yayınevleri yapmazlar.
Günümüzde çok fazla kitap çıkıyor ama ben hiç bu kadar edebi değeri olmayan kitabın piyasada bu kadar önde olduğu bir dönemi hatırlamıyorum. Herhalde bu konuda bir numarayız. Sinemada bir dönem seks filmleri furyası vardı. Yayıncılığın öyle bir dönemini hatırlamıyorum. Her zaman iyi yayınevleri vardı kitaplar okunuyordu. Ama bugün edebi değeri olmayan kitaplar hiç olmadığı kadar önde.
Pek hatırlamıyorum ama. Klasiklerin her zaman ilgi gördüğünü söyleyebilirim. Galiba o zamanlarda yabancı klasiklere ilgi vardı o tarz kitaplar okuyorduk. Tabi dönem dönem fantastik edebiyatın ya da polisiyenin öne çıktığı oluyor ama genel olarak yabancı klasikler her zaman ilgi görüyor diyebilirim.
Yazdığınız portrelerle ilgili nasıl dönüşler aldınız?
En çok dönüş alan portrem Ayten oldu. Meğerse Ayten gazeteci camiasından pek çok isme temizliğe gitmiş dönüşlerden bunu öğrenmiş oldum Haluk Bilginer yayınevini aramış ben de bu gazla acaba radyo programıma mı davet etsem diye içimden geçirmedim değil. Ama fırsatçılık yapmayayım dedim. (gülüşmeler) zaten gelmez de. Kitapta Enis Batur’u anlatırken Ömer Madra ile ikisinin sizi nasıl zorla film eleştirmeni yaptığını anlatıyorsunuz. Bunları okuyunca ne söylediler merak ettim.Sen onu unutmadın mı dediler. Nasıl unuturum ki. O olaydan sonra eleştiri yazmaya başladım. Tabi o zamana kadar film tanıtımları yazıyordum ama film eleştirisi hiç yazmamıştım.
Birlikte sadece Manguel çevirileri yaptık bir de Harry Potter. Önce ikimiz de kitabı okuyoruz ardından da bu bölüm bana bu sana diye kitabı paylaşıyoruz. Kim hangi bölümü çeviri yaptıysa diğeri onun yaptığı bölümü okuyor, önerilerini söylüyor. Zaman zaman birbirimize girdiğimiz oldu ama sonuçta anlaşıyoruz. Kızım bile hangi kısmı ben hangisini Kutlukhan çevirmiş anlamadı. Yani çeviri yaparken yekvücut oluyoruz diyebilirim.
Doğrusu kitabı pek hatırlamıyorum ama bizden kaynaklanmıyordur. Zaten sevdiğim bir Manguel kitabı da değildir. Doğrusu Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Manguel’in anladığını da sanmıyorum. Daha ziyade tanımak isterken Manguel’in yüzeyde kaldığını düşünüyorum.
Kitapta isim nasıl geçiyorsa biz öyle yazmışızdır. Tabi gittiği yerde bilgi aldığı kişilerden de kaynaklanmış olabilir. O bilgileri kimlerin verdine bakmak lazım. Manguel’in diğer kitaplarından biliyoruz ki başka dilleri başka insanları anlayan biri ama bu kitaba baktığımızda Tanpınar’ı maalesef anlayamamış. Fazla ileri gitmek istemem ama bence iyi bir kitap değildi.
Ara Sıra Daima adlı kitabınızda yazdığınız portreleri okuyunca dikkatimi çeken şey son derece doğal olmanız. Herkesin birbirine övgüler düzdüğü bir dönemde bu kadar saf sade ve doğal sıradan portreler yazmak zor olmadı mı?
Yazmadan önce çekindiğim isimler oldu ama yazarken çok rahat yazdım o doğallık da yazılara yansıdı.
Doğan Hızlan beyden biraz çekindim ama en korktuğum tabi ki Murathan Mungan oldu. Çünkü o hiç çekinmeden bir güzel azarlayabilirdi. Ama korktuğum başıma gelmedi.
Aynı okuldaydık ama Ayşe Şasa bizden üst sınıfta olduğu için ben onu tanıyor takip ediyordum. Sonra yıllar sonra Bülent Oran’la evlendiklerinde Gayrettepe’deki evlerine giderdim. Ayşe ile bizi yıllar sonra Mehmet Atak buluşturdu. Birbirimizin kitaplarını okurduk. Ayşe’yi çok severdim uzun uzun sohbetlerimiz olurdu. Çok güzel sohbetlerdi.