|

Kendine ait bir ülke

İthaki Yayınları, bilimkurgu ustası Ursula K. Le Guin’in Orsinya Öyküleri’ni okurla buluşturdu. Türkiye’de de merakla beklenen kitap pek çok açıdan önemli. Le Guin’in Orsinya evreninde geçen hikayeler bize kendilerini anlatırken, bir yandan da yazarın serüveninine ait önemli öğelere yeniden dikkat kesilmemizi sağlıyor.

Yeni Şafak
04:00 - 10/11/2018 Cumartesi
Güncelleme: 00:50 - 10/11/2018 Cumartesi
Yeni Şafak
Ursula K. Le Guin
Ursula K. Le Guin
Engin Çağlar

Ursula K. Le Guin 28 Ocak 2018’de 89 yaşında hayatını kaybettiğinde arkasında onlarca roman, öykü, çocuk kitabı, deneme ve şiir bıraktı. Çoğunluğunu bilimkurgu ve fantazi edebiyatının oluşturduğu bu külliyatın en önemli parçaları her zaman kadınlık, cinsiyet, direniş ve devrim üzerine kafa yorduğu, bunları temel alarak yazdığı eserler oldu.

Le Guin ilk öyküsünü yayımladığında yıl 1961’di ve o tarihe kadar öykülerini ve romanlarını yayımlatmak için pek çok girişimde bulunmuş ve defalarca dergiler ile yayınevleri tarafından geri çevrilmişti. Ancak 1961’de “An die Musik” başlıklı öyküsü The Western Humanities Review’da yayımlandığında muhtemelen kimse Le Guin’in spekülatif kurguyu kökten değiştireceğini, yirminci yüzyıl edebiyatına damga vuran isimlerden biri olacağını tahmin etmiyordu.


REDDEDİLEN ÖYKÜLERİN
ORTAK NOKTASI ORSİNYA

Le Guin’in defalarca reddedilen bu öykülerinin ortak bir noktası vardı aslında, hepsi Orsinya denen hayali bir Orta Avrupa ülkesinde geçiyordu. Özellikle de Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun hakimiyetindeki diğer Orta Avrupa ülkelerinden pek de farkı yoktu aslında. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in zulmüne maruz kalmış bir ülkeydi burası da. Le Guin’in öykülerini yazdığı tarihlerde de Stalin’den çok çekiyordu. O coğrafyadaki pek çok ülkeyle aynı kaderi paylaşıyordu – yalnızca biraz daha önemsizdi. Ancak Le Guin için değil zira bu ülkeyi Le Guin yaratmıştı, hem de kendisi için. Tüm tarihini, politikasını, şiddetini ve aşkını sınırsızca anlatabileceği bir diyar yaratmıştı ve buraya kendi isminden yola çıkarak Orsinya adını vermişti. (Orsinya ile Ursula etimolojik olarak aynı kökten gelen, yani Latincede “ayı” anlamına gelen “ursus”tan türetilmiş kelimeler. Ursula takriben “küçük dişi ayı” manasına gelirken, ursinus ise yaklaşık olarak “ayıya benzer” anlamına gelen bir kelime.)

Aslında Le Guin’in edebiyat macerasının başlangıç noktası da Orsinya. Yazarın yayımlanan ilk eseri olan ve 1953’te okur karşısına çıkan “Montayna Vilayeti’nin Halk Şarkıları” da bir şiir olmasının yanı sıra yine Orsinya’nın bir parçası. 1951 ile 1961 yılları arasında beş roman yazan ve her biri de reddedilen Le Guin’in kendine ait ülkesinin anlatıları ise toplu olarak ilk kez 1976 tarihli Orsinya Öyküleri’yle kitap olarak yayımlanıyor ve yayımlanan ilk öyküsü “An die Musik” de bu derlemeye dahil ediliyor, diğer on öyküyle birlikte. Yani yazarın en popüler eserleri olarak görülen Karanlığın Sol Eli, Mülksüzler ve Yerdeniz Büyücüsü yayımlandıktan, yazar başta Amerikan Ulusal Kitap Ödülü olmak özere iki Hugo, iki Nebula bir de Locus ödülünü kazandıktan sonra.

Orsinya Öyüleri’nden üç sene sonra da yine bir Orsinya romanı olan Malafrena yayımlanıyor 1979’da. Böylece Le Guin yazarlık kariyerini başlangıç noktası olan ülkeyi yeniden ziyaret edip bu kez okurlarla buluşturma fırsatına da erişiyor.

Peki Orsinya’yı ve Orsinya Öyküleri’ni Le Guin’in külliyatının geri kalanından ayıran özellikler ne? Öncelikle her ne kadar kurgusal bir ülkeye dair anlatılar olsa da “gerçekçi” diyebileceğimiz öyküler bunlar. Ve yine her ne kadar kurgusal bir ülke olsa da tarihî düzlemi ve siyasi durumu tüm Le Guin kitaplarından daha güncel ve daha tanıdık. Derlemedeki on bir öyküden yalnızca ikisi birbiriyle doğrudan bağlantılıyken ve aynı karakterleri kullanıyorken diğer öykülerin her biri farklı tarihlerde vuku bulan olaylardan kesitler sunuyor okurlara. Ancak Orsinya’nın tarihi yalnızca yirminci yüzyılla sınırlı değil. “Höyük” adlı öykü 1150 tarihini anlatırken kalan öykülerin pek çoğu 1900’lerin ilk yarısına ait. Yayımlanan tek Orsinya romanı Malafrena on dokuzuncu yüzyılın başında geçmekle birlikte ülkenin Avusturya İmparatoruğu’ndan bağımsızlığı kazanma sürecini ele alıyor. Orsinya Öyküleri’ndeki “Gece Konuşmaları” başlıklı öykü ise ülkenin Birinci Dünya Savaşı sürecinden bir dönemi anlatıyor. Le Guin’in yazdığı her kelimeyle ülke ete kemiğe bürünüyor.

AMERİKAN FANUSUNUN DIŞINDA

Üslup açısından bakıldığında da Orsinya’da geçen hikâyeler Le Guin’in diğer eserlerinden ayrışıyor. Aslında bu anlaşılır çünkü Le Guin bu öyküleri yazarken Amerikan edebiyatından ziyade Rus edebiyatından etkilendiğini söylüyor. Le Guin’in Avrupa edebiyatına düşkünlüğü pek çok okurun bildiği bir gerçek. Amerikan gerçekçiliği yazarın ilgisini hiçbir zaman cezbetmiyor, üniversitede dahi Fransız edebiyatı eğitimi alıyor. Avrupalı yazarları tercih ediyor örneğin okumalarında ya da Avrupai olanları. Hemingway, Norman Mailer gibi isimler ilgisini çekmiyor hiç, onlar yerine Steinbeck’ten keyif alıyor. John O’Hara okumaktansa bir İngiliz olan Sylvia Townsend Warner’ı tercih ediyor ve “Onlar gibi yazabilmek istediğim yazarların çoğu ya yabancı ya ölü ya da ikisi birden,” diyor. Avrupa’ya ve tarihine duyduğu heyecanı da “Massachusetts’teki 1948 yılındansa Paris’te 1640’ı, Moskova’da 1812’yi yaşamak pek çok yönden beni daha çok evimde hissettiriyor,” diyerek anlatıyor.

Orsinya’yı yaratmakla, Orsinya Öyküleri’ni yazmakla Le Guin büyük bir cesaretle “Amerika fanusu”ndan kurtulmayı tercih ediyor ve hayatı boyunca hep farklı bakabilen, muhalif duruşa sahip, her türlü otoriteye başkaldıran, erkek egemenliğini kabul etmeyen karakterler ve öyküler yaratıyor. Le Guin her zaman Orsinya’dan, yani “vatanım” dediği yerden hikâyelerini anlatıyor.

#ursula k. le guini
#ithaki yayınları
5 yıl önce