|

Öteye Mektuplar 2: Dostoyevski’ye yerüstünden notlar

Ölümünün üzerinden yüz otuz yıl geçmiş. Bugün yaşamış olsaydın yüz doksan sekiz yaşında olacaktın. “Olacaktın” dediğime bakma, hâlâ yaşıyorsun ve yüz doksan sekiz yaşındasın. Dünya seni okuyor hâlâ. Üstelik bir kez okunup geçilecek bir yazar da değilsin. Nuri Pakdil, haklı olarak senin için şunları der: “Kaç kez okudunuz Dostoyevski’yi? Orta bir dünya vatandaşı olabilmek için iki kez, orta bir yazar olabilmeniz için de beş kez okumalısınız Dostoyevski’yi.”

04:00 - 15/08/2019 Perşembe
Güncelleme: 10:32 - 14/08/2019 Çarşamba
Yeni Şafak
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

ARİF AY

Sayın Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, bir okurun olarak coşkuyla selamlıyorum seni. Umarım, nerden çıktı bu mektup işi demezsiniz. Ben yine de bir açıklama ihtiyacı duyuyorum. Geçen hafta “Yeraltından Notlar”ı yeniden okurken madem öyle, ben de “Yerüstünden Notlar” göndereyim dedim ve bu mektubu kaleme aldım. İzin verirsen sana, tıpkı Anna Grigoriyevna Dostoyevski gibi “Fedya” diye hitap edeceğim.

Saygıdeğer Fedya, kitaplarını külliyat olarak üniversite yıllarımda okumuştum. O yıllardan bugüne okumalarım hep sürdü. Romanlarından bazılarını birkaç kez okudum: Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala, Yeraltından Notlar, Kumarbaz…

Şöyle bir hesap ettim de ölümün üzerinden yüz otuz yıl geçmiş. Bugün yaşamış olsaydın yüz doksan sekiz yaşında olacaktın. “Olacaktın” dediğime bakma, hâlâ yaşıyorsun ve yüz doksan sekiz yaşındasın. Dünya seni okuyor hâlâ. Üstelik bir kez okunup geçilecek bir yazar da değilsin. Nuri Pakdil, haklı olarak senin için şunları der: “Kaç kez okudunuz Dostoyevski’yi? Orta bir dünya vatandaşı olabilmek için iki kez, orta bir yazar olabilmeniz için de beş kez okumalısınız Dostoyevski’yi.” (Nuri Pakdil, Biat II, s.125, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2014)

Başka bir kitabında da seni çok sevdiğini söyler: “Ben özellikle ünlü Rus yazarı Dostoyevski’yi çok severim. Bütün romanlarını, hatıralarını defalarca okumuşumdur. Dostoyevski’nin eşi Anna’nın Fransızca’dan çevirdiğim günlükleri de Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan ‘Günlük’ adıyla çıkmıştır.” (Nuri Pakdil, Tüm Karanlığa Yiğit Direniş, Konuşmalar 2, s.145, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2016)

Hatta Nuri Pakdil, bizim solcu bir yazarın, bir yayıncının 1976 yılında yaptığı Rusya gezisine dair “Sovyetler Birliğinde Bir Geziden Bende Kalanlar” başlıklı, bir gazetede yayımlanan yazısını okur ve o yazıda yazarın Dostoyevski’ye ilişkin savlarını kıyasıya eleştirir. O yazıdan bir bölüm: “Gerek eleştirmenlerin bir kesimi, gerekse politikacılar, bu ünlü yazarı, (bence haklı olarak) aşırı mistik buluyorlarmış, karanlık buluyorlarmış. Yararlı saymıyorlarmış. Yararlı olup olmadığına karışmam ama, gerçekten mistik ve karanlık bir yazar olan bu büyük yazardan bugün Sovyetler Birliği’nin bir korkusu kalmadığını gözlerimle gördüm.” (Erdal Öz, Cumhuriyet gazetesi, 25 Mayıs 1976)

Bu savlar üzerine Nuri Pakdil şunları der: “Nedir bu savda, bu saptamada beni korkutan? Neden üstünde düşünmek istiyorum bu saptamanın? Şunun için korktum, şunun için düşünmek istedim üstünde: Kim olursa olsun, örneğimiz hangi yazar olursa olsun, bir yazar mistik düşüncelerle dolu ise, yapıtları mistik düşüncelerden oluşuyorsa, onu okuyanların o yazardan etkilenmeleri, onu okuyanların o yazara tepki göstermeleri, yani bir davranışta bulunmaları gerekir. Bu olmuyorsa, bir ülkenin okuyucularında bu olmuyorsa, bir ulusta bu nitelikler artık görülmüyorsa, o ulusun insanlarının birtakım insancıl değerlerden soyutlandığı, düşüncelere karşı iyice donuklaştığı, adeta budalalaştığı söylenemez mi? (…) Yoksa yazar, Sovyetler Birliği’ndeki egemen siyasanın, soyut anlamda mistik düşünceyi iyice öldürdüğünü, insanların buna şöyle ya da böyle bir tepki göstermeyecek denli edilgenleştiklerini mi anlatmak istiyor? Bir ülkenin, mistik bir yazardan artık korkusu kalmadığını söylemek başka ne anlama gelebilir?” ( Nuri Pakdil, Biat II, s.124, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2014)

Saygıdeğer Fedya, hani şu yerden yere vurduğun, Denis İvanoviç Fonvizin’in yüzyıl önce söylediği, senin de sıklıkla dile getirdiğin “Mantık yoktur Fransızda; olmasını da kendi için mutsuzlukların en büyüğü sayardı” sözü bir yana, Fransızlar’ın doğuştan uşak olmalarına dair sözlerinle aşağıladığın ülkenin yazarı Albert Camus, seni filozof yazarlar arasında sayar: “Büyük romancılar filozof romancılardır, yani ‘savlı’ yazarların karşıtıdırlar. Balzac, Dostoyevski, Malraux bunlardan bir kaçıdır.” (Albert Camus, Uyumsuz Yaşam)

Sayın Fedya, seni eleştirenlerden kat kat fazla, seni sevenler de var. 1937 doğumlu roman yazarı Valentine Raspoutine, Mokova’da yayımlanan Fransızca Lettres Soviéques dergisinin 221’nci sayısında kendisine yöneltilen ‘En beğendiğiniz adlar hangisidir bugün?’ sorusuna şu yanıtı verir: “Okudum, sürekli olarak, kıvançla yeniden yeniden okudum. Daha çok, derinden bir coşkuyla iki değişik yazarı okudum: Dostoyevski ile Bounine. Ustalarım oldular bunlar benim, öyle de kalacaklar. Bunlar karşılaştırılamazlar, bir tutulamazlar başkalarıyla. Sürekli olarak Dostoyevski çekti ilgimi. Neydi, nelerdi onda beni çeken? Şunlardır: ruhsal gerilim, kahramanlarını canlı kılan tutkular, insan üstüne herşeyi söylemesini bilme sanatı.” ( Emin Ziyaioğlu, Değinmeler, Edebiyat Temmuz 1977)

“DURUMUMUZ BERBAT”

Sevgili yazar, eşiniz Anna Grigoriyevna Dostoyevski’nin günlüğünü okurken içimin cız ettiği o kadar çok yer var ki, başta parasızlığınız gelir. Anna, Salı 10 Aralık 1867 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: “Durumumuz berbat; parasızız; yirmi beş franga, daha yakınlarda kurtardığım entarimi yine Crimsel’e götürüp yeniden rehine koymak gerekti.” (Günlük, Türkçeleştiren Nuri Pakdil, s.4, Edebiyat Temmuz 1983) İki gün sonra, Perşembe 12 Aralık 1867’de: “Para geleceğini düşünerek postaneye gittik ya, hiçbir şey yoktu; doğrusu müthiş canım sıkıldı buna. Akşam Fedya’yla çok iyiydi aramız; ‘sevgilim’ diye sesleniyor, beni sevdiğini, gerçekten çok sevdiğini yineliyordu” diye yazar Anna.

Bir pazar gününü de senin paltona astar geçirmekle ve paltonu teyellemekle geçirir Anna Grigoriyevna.

Kendi de parasızlıktan çok çektiği için, aynı dertten muzdarip olduğu için, sizin bu parasızlık durumunuza dair şu yorumu yapar Nuri Pakdil: “Dostoyevski, devamlı para sıkıntısı içinde kıvranıp, para bulmak için çeşitli yollara başvururken, öte yandan, Rusya’daki aile yakınlarına para yollamayı da düşünmektedir. Burada özel bir ayraç içinde şunu da vurgulamak istiyorum: (Genellikle, tüm büyük yazarlar, büyük devrimciler, sürekli para sıkıntısı çekiyorlar. Günümüzde de, durum, bundan farklı değil! Ne ki, sanırım, parasızlığın da çok gizemli, büyülü bir ‘itici’ gücü var; parasızlık, insanın düş gücünü de sürekli kamçılıyor; direnci de, su verilmiş çelik gibi yapıyor.) (Edebiyat Eylül 1980)

Sadece yoksulluk, parasızlık mı? Hayatınız bir insanın zor katlanacağı trajik olgularla (Sibirya’ya sürülme, dört yıl zindan hapsi, kurşuna dizilmekten son anda kurtulma, küçük yaşta iki çocuğunuzu kaybetmeniz vs.) dolu.

Hastalıklar peşinizi bırakmaz. Sık sık sara nöbetleri geçirirsiniz. Anna, günlüğünde bu nöbetlerden de söz eder sürekli: “Salı, 10 Eylül 1867. Bugün saat beşte, öncekilerden daha korkunç bir nöbet geldi Fedya’ya : çırpınma öylesine şiddetliydi ki, başı her yana sallanıyordu. Uzun bir süreden sonra kendine gelebildi ancak. Uyumaya çalıştı, ama her beş dakikada bir uyanıyordu. Bir hafta içinde iki nöbet; çok fazla bu. Hava değişiminin bir takım şeylere iyi gelip gelmediğini düşünüyorum kendi kendime.”

6 Eylül 1867 tarihinde de şunları yazar günlüğüne: “Bu sabah paltosunu, yüzüklerimizi rehineden çıkarmaya gitti Fedya; dün yapamamıştı bu işi, çünkü kapalıydı her yer; bugün şaşılacak denli somurtkan, kederli; kendini hiç de iyi hissetmediğini, yeni bir nöbetten çok korktuğunu söyledi bana. Gene sara nöbetleri gelirse, n’apıp yapıp kendisini yabancıların ellerine bırakmamamı, Rusya’ya götürmemi istedi. Kendisini o durumda deliler evine götürmelerinden korkuyordu. Elimden geldiğince teselli ettim Fedya’yı; ne ki, bu nöbetin çok güç bir hâl olduğu, ama Tanrı’nın onu koruyacağı, esirgeyeceği inancındayım kesinkes. (Edebiyat, Mayıs 1980)

Sayın Fedya, Batıcılıktan ve Batıcı aydınlardan, yöneticilerden nefret ediyordunuz. Bu yüzden Çar’a da diş bilediğiniz için başınıza gelmedik kalmamış. Çar’ı da yabancıların geleneklerini, göreneklerini benimseyip, bunlara Rusya’da yaygınlık kazandıran, Rus karakterini açıkça yok etmeye, ulusu ulus yapan tüm değerleri ortadan kaldırmaya çalışan biri olarak görüyordunuz.

HOŞSOHBET, NEŞELİ, ESPİRİLİ

“Batı Batı Dedikleri” adlı kitabınızın bir yerinde şunları diyorsunuz: “Biz öylesine güzeliz, öylesine uygarlaştık, öylesine Avrupalılaştık ki, yüzümüze baktıkça midesi bulanıyor halkın! Artık hepten yabancı, başka ulustan sayıyor bizi halk; tek bir sözcüğümüzü, tek bir kitabımızı, tek bir düşüncemizi anlamıyor.” (Batı Batı Dedikleri, s.47)

Değerli Fedya, genellikle sıkıntılı, gergin geçen günleriniz arasında, dalgalardan, med-cezirlerden sonra durulan okyanus misali dingin, keyfli günlerinizin olduğunu Anna’dan öğreniyoruz. Öyle günlerde hoşsohbet, neşeli, espirili bir insan oluverirmişsiniz. Anna’ya takılır, şöyle sorular sorarmışsınız ona: “Söyleyin bana: zeki bir kadını mı; yoksa, yürekli, yiğit bir kadını mı seçmeliyim?”

Anna, zeki bir kadınla evlenmenizi önerdiğinde “Hayır, evlenecek olursam , beni sevmesi için, yürekli, yiğit bir kadını seçeceğim” dermişsiniz.

Karamazof Kardeşler’de Alyoşa’nın dediği gibi: “Mantıktan önce sevgi gelmeli. Muhakkak öyle olmalı. Sevgi mantıktan önce gelmeli ki, anlamını kavrayabilelelim..”

Anna ile evlendiğinize göre, yürekli, yiğit kadın Anna oluyor demek ki.

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Puşkin, Lermontov, Gogol, Herzen, Turgenyev, Tolstoy, Nekrasov gibi yazarların arasında toprak sahibi bir aileden gelmeyen tek yazar sizsiniz. Babanız hekim, anneniz bir tüccar kızıydı. Onlar, azınlığı ve soyluları anlatırken, sen, kafası karışık ahlaksal kargaşa içindeki çoğunluğu anlattın. “Manevi yalnızlık” sık sık sığındığın bir limandı. Romanlarını bu “manevi yalnızlık” içinde yazdın. Sözgelimi “Kumarbaz”ı yirmi altı günde yazdığını söyleyenler var. Pyotr Kropotkın: “Dostoyevski’nin en sevdiği tipler, dış hayat koşularıyla öyle derin bir basamağa bastırılmış ve bunun neticesinde bir daha asla yükseğe çıkma kavramına erişememiş adamlardır” der. (Rus Edebiyatında İdealler ve Gerçeklik, Hece Yayınları, s.212 Türkçesi: Burak Ş. Çelik)

BİZ HEP ANADOLU’DA KALACAĞIZ

Saygıdeğer Fedya, dünya çapında, bu denli büyük bir yazarın ırkçı, şoven duygular taşımasını anlamakta güçlük çekiyorum. Bu durum, kendi milletini sevmenin ötesinde bir şeydir. Bir yazarın kendi milletini sevmesi, milletinin geleceği konusunda ideal sahibi olması en tabii bir tutumdur. Ne ki, senin Panslavizm rüzgârına kapılarak, Osmanlı’nın bir an önce yıkılıp İstanbul’un Slav birliğinin payitahtı olmasını arzulaman, Türklerin İstanbul’da, Anadolu’da işi ne, gitsinler Ortaasya’ya bize hırka örüp, sabun satsınlar demeni yadırgadım doğrusu. Bunu belirtmem senin yazarlığına halel getirmez elbette. Ne ki, insan ruhunun derinliklerine nüfus etmiş, insanın iyi ve kötü yanlarını ortaya dökmüş bir yazara uygun düşmeyen bir haldir.

Biz hep Anadolu’da kalacağız ve İstanbul payıtahtımız olmaya devam edecektir. Senin ülken Rusya da başkenti Moskova olarak yerinde duruyor. Senin torunlarınla bizimkiler iyi ilişkiler içindeler, ittifaklar oluşturuyorlar. Yalnız, bugünün dünyası, senin döneminden daha çakantılı, kan dökücü bir süreç yaşanıyor. Siz orada ne durumdasınız bilemem ama biz burada tedirgin ve kaygılı bir bekleyişle birlikte, büyük yıkımlara ve acılara tanık oluyoruz.

Sayın Dostoyevski, Apollon Nikolayeviç Maikov’a yazdığın 18 Ocak 1856 tarihli mektubunun sununda “İnsan mektupta söylemek istediklerini hakkıyla anlatamıyor” diyorsun ya, ben de söylemek istediklerimi tam olarak anlattığımdan emin değilim.

Toprağın bol olsun, saygılarımla.

#Dostoyevski
#Nuri Pakdil
5 yıl önce