|

Sosyal medya tanıklığımı kayda geçirdim

Fatma Barbarosoğlu “Mutluluk Onay Belgesi” kitabıyla gündelik hayatımızın ortasına yerleşen sosyal medya konusunu el alıyor. Barbarosoğlu kitabı, “Edebiyatçı kimliğim ile sosyolog kimliğimi okuyucuların sesleriyle birleştirerek Türkiye’nin nefesini ortaya çıkarması anlamında bir ilk” olarak tanımlıyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 4/11/2017 Cumartesi
Güncelleme: 07:20 - 4/11/2017 Cumartesi
Yeni Şafak
Barbarosoğlu kitabı, “Edebiyatçı kimliğim ile sosyolog kimliğimi okuyucuların sesleriyle birleştirerek Türkiye’nin nefesini ortaya çıkarması anlamında bir ilk” olarak tanımlıyor.
Barbarosoğlu kitabı, “Edebiyatçı kimliğim ile sosyolog kimliğimi okuyucuların sesleriyle birleştirerek Türkiye’nin nefesini ortaya çıkarması anlamında bir ilk” olarak tanımlıyor.
HAYRİYE ERÇETİN

Bütün ilişkilerimizi 140 karaktere sığdırdığımız; mutluluklarımızı da acılarımızı da sosyal medya paylaşımları ile ifade ettiğimiz; hayatımızda olan her yeni şeyi, sosyal medya paylaşımlarımızla ispat etmek “zorunda” olduğumuz bir dönemi tecrübe ediyoruz. Fatma Barbarosoğlu, son kitabı “Mutluluk Onay Belgesi”inde yazdığı öykülerde, işte bu tecrübe ettiğimiz süreci, yani, yeni karşılaşma mekanımız olan sosyal medyayı, sosyolog kimliği ile derinlemesine mütalaa ederken edebiyatçı kimliği ile nakşediyor. Barbarosoğlu’nun tabiriyle biz, “sosyal medya cumhuriyetinin yalnız vatandaşları”, hepimiz “burada” yani Mutluluk Onay Belgesi kitabındayız. Kitap, bizim kendimize tuttuğumuz bir ayna niteliğinde. Fatma Barbarosoğlu ile on beş yılda değişen gündelik hayatımız ve son kitabı “Mutluluk Onay Belgesi” üzerine hasbihal ettik.

Mutluluk Onay Belgesi diğer öykü kitaplarınızdan çok farklı. Bu fark nasıl ortaya çıktı?

Sadece benim diğer öykü kitaplarımdan farklı değil, aynı zamanda Türkiye’de bir ilk. Edebiyatçı kimliğim ile sosyolog kimliğimi okuyucuların sesleriyle birleştirerek “Türkiye’nin nefesi”ni ortaya çıkarması anlamında da bir ilk. Sosyal medyaya ilk “daldığımız” anın davranış biçimlerini kelimeler üzerinden sabitlerken, yarım bıraktığım metinleri okuyucunun nasıl devam ettirdiğini de görmeye çalıştım Mutluluk Onay Belgesi’nde.

Sosyal medyaya “daldığımız” ilk anları niye sabitlemek istediniz?

Gündelik hayatın davranış biçimlerini, zaman ve mekan idrakini çok önemsiyorum. Geleceğin tarihçisi için bu kayıtların hayati bir önem taşıyacağına inanıyorum. Şöyle örnek vereyim, Otobüsname kitabını 2003’te yayınladım. Kitaptaki metinler toplu taşıma araçlarında 90’lardan 2000’li yıllara uzanan yol ve yolcu hikayeleri. Orada yer alan tüm hikayeler gerçek, iki olayın dışında hepsi benim tanıklığım. O iki olayın da birini arkadaşım, birini de ağabeyim anlattı. 14 yıl sonra şunu fark ettim, eğer o kitabı ben yazmış olmasaydım ve bugün Otobüsname ile karşılaşsaydım, “Yazar amma da kurmuş kurgulamış. Bizim başımıza niye böyle şeyler gelmiyor” derdim. Zira ben son yıllarda toplu taşımada Otobüsname’de rastladığım sahnelere pek rastlamıyorum. Çünkü insanların gözü hep yerde, elindeki cep telefonunda. 2003 yılında da cep telefonu vardı fakat hem kullanımı bu kadar yaygın değildi hem pahalı idi ve de sadece haberleşme için kullanmaya elverişli idi. Cep telefonu şimdi insanların her şeyi. Bugünün bebekleri büyüdüğünde, beni bir cep telefonu büyüttü diyebilir. Hiç kimse sardunya tarafından büyütülmüyor artık.

ÖYKÜ DİLİNİN TÜM İMKANLARINI KULLANDIM
2003’ten bu yana en bariz değişiklik ne oldu sizce?

O dönem insanlarda ortak bir zaman ve mekan kullanma adabı zayıf bir damar olarak vardı. Mesela yan yana yolculuk edilen kişiye sorulan “Hemşerim yolculuk nereye?” sorusu bu adap ile ilgilidir. Günümüz ile mukayese edince, 14 yıl önceki bazı davranışların Ahmet Rasim’in dönemine veya Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarına daha yakın olduğunu düşünüyorum. Mesela bir tramvay sahnesi vardır romanlardan birinde. Üç aşağı beş yukarı benim Otobüsname kitabımdaki sahnelere benzer. Dolayısıyla Mutluluk Onay Belgesi kitabındaki öyküler ile sosyal medyanın hayatımıza girdiği ilk dönem ile ilgili tanıklıklarımı kayda geçirmiş olmayı çok önemsiyorum.Bir sosyal bilimci olarak gündelik hayata dair arkamda veri bırakmaya gayret ediyorum. Bu anlamda öykülerin birinci kısmı tanıklığımın izini taşıyor. Ama tanıklığımı öykü dilinin bütün imkanlarını kullanarak kayıtlara geçirdim.


BİZİM OLARAK KARŞILAŞTIĞIMIZ YER
Sizin öyküleriniz sosyal medya temalı öyküler, fakat çok az okuyucu yazdığı sonlarla bunu yakalayabilmiş. Bunu neye bağlarsınız?

Yazarın yakaladığı bir frekans vardır. Bir de okuyucunun kendi yakaladığı bir frekans vardır. Nadiren aslında yazarın yazdığı yerden okuyucu da devam eder. Okuyucunun birinci bölümden hareketle sosyal medya eleştirisini yakalayamaması çok normal. Zaten ben de bunu yakalamaması için ipucu vermemeye dikkat ettim. İlk öykü, “Cennetlik Arkadaşımız İçin Plaket Töreni” idi. Başlıktaki cennetlik ibaresinden dolayı okuyucu hemen öykünün kahramanını öldürüp bir an önce cennete göndermeyi tercih etti. “Birlikte Bir Selfimiz Olsa Şöyle” öyküsündeki selfi ibaresini gazetede yayınlarken başlığa koymadım, çünkü başlığa koysaydım okuyucu direkt oradan devam ederdi. “Ninemin Emoji Sözlüğü” başlık olarak hikayenin ruhunu ele veriyor. Dolayısıyla okuyucu nereden yürüyeceğini biliyordu.

Başlık çok etkili. Genellikle okuyucu başlığı bir izlek olarak kabul ediyor ve zinhar bunun dışına çıkmamam lazım, ayak izimi bu başlık üzerinden devam ettirmem gerekir diye düşünüyor ve dolayısıyla da medyanın halkı başlık üzerinden manipüle etmesi çok kolay.

Kitabın birinci bölümü ile ikinci bölümünü bağlarken, “İşte Burası Bizim Biz Olarak Karşılaştığımız Yer” diye bir bölüm var. O bölümde biz, okuyucuların neden “burada” olduğunu öğreniyoruz. Öyküleri seçilen okuyucular neden orada olduklarını anlarlar fakat sizce size mektup gönderip mektupları seçilmeyen okuyucularınız neden orada olmadıklarını anlarlar mı?

Neden orada olmadıklarını anlamazlar. Bazılarının çok iyi bir öykücü damarı vardı. Fakat yazdığı metin o öykücü damarına uygun değildi. Acele etmiş belli ki, başarısız öyküsü ile sabitlensin istemediğim için kitaba almadığımız birkaç üniversite öğrencisi vardı. Aslında öykü metni olarak iyi olmadıkları halde aldıklarımız var çünkü orada bir dönemi temsil eden “didaktik” bakışı görüyoruz. Kitapta yer alan öyküler için 130 civarında öykü sonu geldi. İlk gelenlerin her zaman girme şansı daha yüksek oldu. Çünkü bir öykü için 30 tane son alamazdık. Okuyucuların bu kısma dikkatlerini çekmek isterim.

ALT GELİRLİ İNSANLARA YER VERİLMİYOR
“Bir hikayenin kaç farklı sonu olur?” diye soruyorsunuz ya, peki şöyle bir şey sorabilir miyiz, bir öykünün kaç farklı okuması olur?

Bir öykünün çok sayıda okuması olur. En azından bu kitap için şöyle söyleyelim. Birincisi, birinci bölümü benim klasik öykü kitabım olarak okuyabilirler. Öyküleri sonuna kadar okuyup devam edebilirler. İkincisi, her öykünün birinci bölümünü tekrar okuyup, okuyucuların yazdıkları sonlara bakabilirler. Ama ben bu kitabın ikinci bölümünü esas olarak Edebiyat öğretmenleri ve Sosyal bilim öğrencileri için hazırladım. Edebiyat öğretmenleri için kompozisyon dersinde yol arkadaşı olsun istedim. Öğretmenler öğrencilere kompozisyon yazdırmak istediklerinde ellerinde bir “başlangıç” olsun istedim. Çünkü öğrencilerin başlamak ile ilgili sıkıntıları vardır. Başlanmış bir metinden yol alarak bir metin inşa etmenin zevkini aşılayabilir öğretmenler.

Yazara sorulmaz ama siz bu kitabınızdaki öykü kahramanları arasından en çok kimden etkilendiniz? Sizin etkilendiğiniz kahramanla okuyucunun etkilendiği kahraman aynı oldu mu?

Bu beni her zaman düşündürür. Yazarın etkilendiği kahraman her zaman okuyucunun etkilendiği kahraman olmuyor. Kitapta bunun en tipik örneği “Mutluluk Hakkı”isimli öykü.

Mutluluk Hakkı’ndaki kadın beni çok etkiledi. Ama okuyucuyu etkilemedi. Etkilemedi derken köşemde yazdığım kısımdan bahsediyorum. Kitapta “bütün” olarak okuduğunda etkileneceğini tahmin ediyorum. Diğer taraftan, Mutluluk Onay Belgesindeki kırmızı ojeli kadını anlatıcı negatif bir dil üzerinden anlattığı halde okuyucu kolay benimsedi. Anlatıcı neden negatif bir dil üzerinden anlatıyor? Çünkü ben bu “kırmızı ojeli kadın” yüzünden kasa kuyruğunda gerçekten bir saat kaybettim. Dolayısıyla sinir oldum.

Hatta onunla karşılaştığım günü unutmamak için “Mutluluk Onay Belgesi diye bir şey varmış, bugün öğrendim” diye bir tweet attım. Fakat okuyucu, kırmızı ojeli kadını çok sevdi. Pek çoğu empatik yaklaştı. Fakat empatik yaklaşanların bazılarının metinleri iyi olmadığı için, yani redakte edilir bir metin olmadığı için kitaba alamadık. Fakat Mutluluk Hakkı’nın kına yeşili tülbentli apartman görevlisi kahramanıyla kimse empatik olarak kendini yakınlaştırmadı. O kadın hiç kimseye sempatik gelmedi. Bu da aslında 80’li yıllardan itibaren, yani bizim tüketim toplumu kodlarına yerleşmemizden itibaren, alt gelir seviyesindeki insanların edebiyatta neden yer bulmadığını çok iyi izah ediyor.

Bazı televizyon dizilerinde kendilerinden bahsedilirken kullanılan olumsuz yargılara meslek erbabı çok tepki gösterir. Burada Cennetlik Arkadaşımız İçin Plaket Töreninde PTT görevlilerinden çok hoş bir şekilde bahsediyorsunuz. Büyük İhsan ve Cennetlik İhsan çok sevimli geliyor ama biz gündelik hayatta pek de o kadar hoş PTT görevlileriyle karşılaşmıyoruz. Siz gerçek hayatı yazıyorum diyorsunuz ama herhalde bu iki kahramanı gerçek hayattan almadınız. Zira oldukça idealize edilmiş karakterler.

Hayır gerçek hayattan aldım. Hatta aynı PTT’den iş yapan insanlar direkt tanıdılar onları. “Aa onlar da görecekler mi” dediler. Kahramanlarımı idealize etmiyorum. Gündelik hayatın içinden birilerini yakalamaya çalışıyorum. Aslında biz TV kültüründen dolayı kötünün enerjisi yüksek olduğu için kötü olayları, hareketleri, insan davranışlarını görmeye yatkınız. Seçici algımız bu şekilde işliyor. Ama iyilik durağan ve kendiliğinden olduğu için onları çok algılamıyoruz. Benim öykümdeki Büyük İhsan da Cennetlik İnsan da -semtin adını vermeyeceğim- hala çalışan PTT görevlileri.

Kitapta birkaç öykünün sizin yazdığınız sonları, birinci bölümlerinden tamamen farklı bir yönde devam ediyor. Dolayısıyla okuyucuların oradan devam etmemeleri çok anlaşılabilir bir durum. Özellikle “Yumruk Yumruğa” ve “Sen Ben Cep telefonu Bir de Kahve” öyküleriniz okuyucuların ucundan kıyısından yaklaşamayacağı, sonlarını tahmin edemeyecekleri öyküler. Siz bunu özellikle mi yaptınız?

“Yumruk Yumruğa” öyküsüne zaten çok fazla son gelmedi. Oradaki politik hikayeyi geliştiremedi insanlar ya da korktular, belki de başlarının belaya gireceğini düşündüler. “Sen Ben Cep telefonu Bir de Kahveye”, son öykü olduğu ve zaman oldukça kısıtlı olduğu halde çok sayıda son geldi. Orada verilen bir frekans üzerine, fakat aslında bir sona gitmeyen, hayatın içinden bir kesit olarak geldi okuyucuların gönderdikleri sonlar. Dolayısıyla o iki öyküye son gönderen okuyucular benim öykümün devamını ve sonunu gördüklerinde sanırım şaşıracaklardır.

#Fatma Barbarosoğlu
#Mutluluk Onay Belgesi
6 yıl önce