|

Toprağı yeniden hatırlatan çiçekler

“En iyisi kırlara çıkmak” diyen Nuri Pakdil, Müslüman bir yazar olarak tabiatı Allah’ın ayetlerinden biri olarak görür ve onu en titiz, en ince bir biçimde okumanın yollarını arar. Çünkü tabiat, insanı Mutlak Varlık’a götüren sembollerle doludur.

Yeni Şafak
04:00 - 15/03/2019 Cuma
Güncelleme: 10:27 - 14/03/2019 Perşembe
Yeni Şafak
Arşiv
Arşiv
ARİF AY

SÜZEK(*)

Bu sümbül kavuniçi çınlayan sesinde

O fesleğen hat nasıl çekilir güneşe

Kimi yazarların metinlerinde anlam yalınkat değil katmanlıdır. Dikkatli bir okur, o katmanlara nüfuz edebilen okurdur. Bazı eserlerin, her okuyuşta farklı bir veçhesinin ortaya çıkışı bu anlam katmanlarından dolayıdır. Nuri Pakdil’in metinleri de bu tür metinler arasındadır. Onun kitaplarını okurken, en yoğun düşünce, en yoğun öğreti, en yoğun öfke, en yoğun karşı duruş içeren metinlerin derinliklerinde dipten dibe bir aşk ırmağının akışının coşkun sesini ya da dalgalı bir aşk denizinin uğultusunu duyarız.

O ırmağa, o denize ulaştığımızda bambaşka bir Nuri Pakdil ile karşılaşırız: Son derece mistik, son derece derviş, son derece coşkulu ve neşeli bir Nuri Pakdil’dir bu. O, bu halden hale geçişiyle ve sürekli eylem hâlinde oluşuyla birlikte, ruhundaki dip dalgayı sözcüklere, cümlelere öyle bir döker ki, her bir sözcük, her bir cümle birer canlı parçaya dönüşerek ona ait bir ruhun vücut bulmuş şekli olarak çıkar karşımıza. O derin ırmak, toprağa tutunarak akar. Onu toprağa bağlayan pek çok unsur vardır. Bu unsurların başında da çiçekler gelir. Sait Faik Abasıyanık’ın hikâyelerindeki balık adları kadar olmasa da onunkine yakın çiçek adları vardır Nuri Pakdil’in kitaplarında da. Sözgelimi, Toros dağları’nı anlatırken pek çok çiçek adını sayıverir: “Toros Dağları, efendime söyleyeyim, eteklerinden tepelerine değin kekiktir, nanedir, fesleğendir, tarhundur, nergisdir, sümbüldür, hâlâ el değmemiş beyaz güldür.” (Kalem Kalesi s.98)

PLATONİK AŞKIN SEMBOLÜ

Çiçekler aynı zamanda Nuri Pakdil’de platonik aşkın da bir çeşit sembolleridir. Tıpkı yazının başına aldığımız beyitte olduğu gibi. O, “uykusuzluk güllerinden bir buket bıraktım hemen masaya.” (Otel Gören Defterler 3, Büyük Sorgu, s.30 ) derken gecesinin nasıl geçtiğine dair de ipuçları verir: “Bense, geceleri, bir de, tasvirleri yığmak için en uygun defter sayarım.

Gökyüzünde, saat 02’yi geçse de, mahşer: Küpeli’den Kılıç’a, Ballıbaba’dan Saraypatı’ya sonsuz çiçek sergileri!” (Klas Duruş, s.67) Tablosunu asar duvara. Tabiat ve tabiatın her unsuru onda tutunmanın, bağlanmanın bir aracıdır: “Çiçek de, ağaç da toprakla bağıntıyı açıklamıyor mu? Yani, bir şeye tutunmayı demek istiyorum.” (Kalem Kalesi s.44) diyerek bu tespitimizi doğrular.

Onun çiçeklerinin kokusu yazılarına siner: “Sabırdan üretilmiş yazının insana yaklaştığındaki hazzını tadan ağız o süreçte doğrusu mütemadiyen karanfil kokar.” (Otel Gören Defterler 3, Büyük Sorgu, s.48)

Nuri Pakdil, çoğu yerde yazma coşkusunu çiçekler üzerinden aktarır: “Eğilip öpmem mi şimdi ben: camgöbeği, yavruağzı, kestane, vişneçürüğü, fesrengi Harf Müfrezeleri!” (Otel Gören Defterler 5, Ateş Hattında Harf Müfrezeleri s.24)

Bir Yazarın Notları IV adlı kitabında da bu coşkuyu şöyle dile getirir: “Şemsiyem papatya: Gül mü ellerin (karanfil demiştim çoktan) kesinleyerek olur ya her çekirdek: işte bulutlar!” (BYN IV, s. 55)

“-En iyisi kırlara çıkmak” diyen Nuri Pakdil, Müslüman bir yazar olarak tabiatı Allah’ın ayetlerinden biri olarak görür ve onu en titiz, en ince bir biçimde okumanın yollarını arar. Çünkü tabiat, insanı Mutlak Varlık’a götüren sembollerle doludur. İbni Arabî, Allah’ın gölgesinin mümkün alemdeki cisimlerde belirdiğini söyler Füsus’ta. Nailî’nin:

“Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık
Her birini bir özge temâşâ ile geçtik”

dediği gibi tabiata bakıp tefekkür etmek de tıpkı Kur’an-ı Kerim’deki ayetler üzerinde düşünmek ve murakabe etmek gibidir. Tabiat hal diliyle Allah’ı zikreder. Bu zikre dahil olmak mümin için bir sorumluluktur. Zikir denince bir kıssayı da aktarmanın tam da yeri: “Aziz Mahmud Hüdai ve arkadaşları, birgün Bursa’da kırlara çıkarlar. Dönüşte, bütün dervişler, Üftade’ye sunmak üzere birer demet çiçek toplarlar. Aziz Mahmud Hüdai ise şeyhinin huzuruna sapı kırılmış, soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade, ‘Bana bu sapı kırık çiçeği mi layık gördün?’ diye sorunca şu cevabı verir: ‘Size ne sunsam azdır efendim. Fakat hangi çiçeğe elimi attıysam Tanrı’nın adını zikrettiğini işiterek irkildim. Yalnız bu çiçekten ses çıkmıyordu, bu yüzden koparıp onu getirdim size.’” (B. Ayvazoğlu, Güller Kitabı, s.82) Bu sorumluluğu yerine getirmek de tabiatın dilini bilmeyi gerektirir. Kuşun dilini, çiçeğin dilini, rüzgârın dilini, taşın, toprağın dilini…

KALP GÖZÜYLE BAKMAK

Günümüz insanının en büyük trajedisi bu dili unutmuş olmasıdır.

Tabiata sadece çıplak gözle bakmak yetmez: ona kalp gözüyle de bakmak gerekir. Onun diline ancak bu gözle, yani kalp gözüyle baktığımızda vakıf olabiliriz. Çünkü o, duyu ötesi âlemden pek çok şey söyler bize. Ancak onda buluruz ruhsal dinginliği ve huzuru.

Nuri Pakdil, “aşka azmettirici çiçeklerin başını çeker gül.” (Otel Gören Defterler 1, Çarpışan Sesler, s.51) dese de nergis de, sümbül de, fesleğen de onun baştacı ettiği çiçeklerdendir. Sözgelimi sümbül, baharda soğandan yetişen güzel kokulu ve pek çok türü olan bir çiçek. Klasik şiirimizde büklüm büklüm oluşu nedeniyle sevgilinin saçına (zülüf, kakül, turra) benzetilir. Sümbülü araştırırken Maraş’ta Ahır Dağı’ndaki sümbüllerde kelime- i tevhid yazılı olduğu bilgisine ulaştım. Yine bir başka bilgi de Sultan III. Murad’ın 1593’ te bir fermanla İstanbul’daki bahçelere dikilmek üzere Maraş’tan sümbül soğanı getirtmesidir. Ferman şöyle: “ Mar’aş beğlerbeğisine hüküm ki: Hala hassa bağçelerde sünbül soğanı kalmayub vilâyet-i Mar’aş’da olan yaylaklar ve dağlar sünbül yerleri olmağın elli bin dâne ak sünbül ve elli bin dâne dahi gök sünbül soğanı cem’olunub muaccelen gönderilmesi lâzım olmağın buyurdum ki varduk da ol diyarda şükûfe ahvâlin bilür kimesneleri getürdüb tenbih idüb ve yanlarına mu’temed âdemler koşup ta’yin olunan miktarı sünbül soğanının muaccelen cem’idüb dahi emr-i şerîfimle varan âdeme teslim idüb südde-i saadetime irsâl eyleyesin. Ve ne miktar soğan teslim olunursa, yazub bildiresin ki, getüren kimesneden ana göre taleb oluna. Husus-ı mezbur mühimdir. İhmâl ve müsamaha etmeyüb ikdam ve ihtimam üzre olasın. Bâ-hatt-ı hümâyun fî 7 Şa’ban 1001 (9 Mayıs 1593).” (B. Ayvazoğlu, Güller Kitabı, s.116)

Sümbül baharda açan çiçeklerden biri olduğu için baharın habercisi olarak da bilinir, Baki’nin şu beytinde olduğu gibi:

Yine gömgök tere batmış çıkageldi çemene
Nevbahar erdi diye verdi haberler sünbül
Şeyh Galib›in Hüsn ü Aşk’ta geçen:
Gizli öpüşüp gül ü karanfül
Nergislere el salladı sünbül
Beyiti bana, Nuri Pakdil’in:
Öper Sultanahmet Ayasofya’yı
Güneşe karışır zülüflerin de

beytini çağrıştırdı.

Sümbül de, fesleğen de, güzel kokularıyla sevgiliyi hatırlatır ve fesleğen hat dediğimiz eskimez yazının bir çeşidiyle sevgilinin sesinden güneşe bir hat çekilir. Bu hat aynı zamanda platonik aşkın da bir belgesidir.

*Osmanlı Simitçiler Kaisidesi 39

#nuri pakdil
5 yıl önce