|
Uygarların ve modernlerin cehaleti

İstanbul Sözleşmesi etrafında yürüyen tartışma bize iki farklı sosyolojiyi çok net bir biçimde gösteriyor. Muhafazakar ve milliyetçi kesimler meseleye aile, inanç ve otorite etrafında bakıyor. Onun için ailenin korunması ve kadının aile, çocuk ve kocasıyla beraber değerlendirilmesi önem taşıyor. Çünkü benimsediği kültür ve inanç bunu destekliyor. Köklü kentleşme, modernleşme ve sekülerleşme bu konuda önemli savrulmalara yol açıyor. Bu kesimin aile sosyolojisinde, kadın ve koca ilişkisinde sarsılmalar ortaya çıkıyor. Ancak bu sorunlarla beraber yine de bir aile metafiziğine uzanan inanç ve kültürü hala var. Kadını salt kadın görmez, erkeği de salt erkek. Onları aile ile karşılıklı mesuliyet ve haklarla algılar. Çünkü Kur’an’da, hadislerde, alimlerde buna ilişkin anlatılar, nasihatler ve ilkelere karşı belli bir inanç ve saygı duyarak hareket ediyorlar. Yılların içinde oluşup aktarılagelen anlamlar vardır. İnsanları, aileyi, kadını ve evladı ayakta tutan bunlardır. Yaşamda tutunma, dayanışma içinde olma ve ayakta kalmayı sağlıyorlar. Feministlerin ileri sürdüğü gibi “standart kalıp yargılara” indirgenecek kadar basit değil bunlar.

Laikçi, batıcı ve elitist kesimler ise bu toplumun sosyolojik dinamizmlerinden daha fazla başka bir dünyanın varlığıyla bütünleşerek kimlik ve inanç geliştiriyorlar. Öncelikle Batıdaki her şeyin ”en uygar ve en modern” olduğuna inanıyorlar. Bundan dolayı orada ortaya çıkan her trendi sorgusuz sualsiz kabul etmeye hazır bir psikolojileri var. Nitekim Batıdan yükselen ideolojilerin ve trendlerin taarruzuna en fazla bunlar açık. Hemen kabul ediyorlar, hemen benimsiyorlar. Türkiye’nin farklı ve köklü kültür dünyasını algılamıyorlar bile. Bu toplumsal kesimler büyük ölçüde zadece zihnen Batıyla bütünleşmiş değiller. Aynı zamanda ticari ilişkileriyle, kendilerinin ve çocuklarının eğitimiyle ve çeşitli lobilere olan katılımlarıyla Türk toplumunda Batı toplumunun uzantıları gibi duruyorlar. Aidiyet kimlikleri Batıyla bütünleşiyorlar. En uygar ve en modern ben bilinçleriyle de kibirli bir sosyolojileri var. Bunu İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesine ilişkin verdikleri tepkide ifşa ediyorlar.

Mesela bunlara göre sözleşmeyi eleştiren ve istemeyenler, aslında “ne sözleşmeyi okumuştur ne de sözleşmeyi anlıyor”. Bir sosyal bilim profesöründen çıkan ifade bu. Muhteva çok şeyi anlatıyor. Bu kesimlere göre muhafazakâr ve milliyetçi toplum kesimleri okumaz. Okuma kim, onlar kim! Cahil yığınlar bunlar! Okuma, Batı başkentlerinin parlak okullarından geçmekle eş anlama gelir. Bunlar sadece dar dünyalarında üretilen kitapları okuyup tekrarlayan varlıklar. Ama bir yerden sonra okuduğumuz kabul ediliyor! Okuyoruz. Doktora yapıyoruz, profesör oluyoruz, hatta Batı başkentlerindeki okullardan da geçiyoruz! Ama okusalar da anlamazlar! Yani bu okumaların da bir kıymeti yok. Çünkü “anlamıyorlar”. Anlamıyoruz. Neyi anlamıyoruz? Aslında bu kesim kendisini anlatıyor. Toplumuna, kültürüne ve inancına yabancılaşan insanlar, bu toplumun ezici çoğunluğunun ortaya koyduğu tepkiyi “anlayamaz”. Çünkü onlar sadece içine yerleştikleri ve hayranlıkla inandıkları modern Batı anlayışıyla bakıyorlar. Ona iman edip, gerisini dışarda bırakıyorlar. Oysa anlama anlamaya yönelenle, anlamaya yönelinen (muhafazakar ve milliyetçi kesimlerin sosyolojisi) arasında kurulan diyaloglarla gerçekleşebilecek bir bilinç durum.

Laikçi ve batıcı kesimden başka bir ses de bu fesih kararını tarikatların baskısına bağlıyor. Bu bilinç de Kemalizm’in apriorik tarikat karşıtlığının yansıması. Olmayan gücü ve olmayan anlamı tarikatlara yüklüyorlar. Çünkü bununla siyaset yapıyorlar. Ayrıca iktidarı kendi içindeki kesimlerle cebelleşen bir konumla tanımlamaya çalışıyorlar. Elbette bu kesim, bunu başörtülüler ve İslamcıyım diyenlerin üzerinden de yapıyor. Tarikatlara yapılmadık zulüm kalmadı, köklerini kuruttular ve bu hala yetmiyor onlara. Kendilerini onaylamayan insanları, “tarikatçı bunlar” diyerek damgalamak istiyorlar. Toplumların geniş taleplerini görme ve anlamaya tenezzül etmiyorlar. Çünkü onlar “en modern ve en uygar” insanlar. Hakikat kendileri. Buna nasıl karşı çıkılır? Merak ediyorum! Macaristan Başbakanı da tarikat üyesi miydi? İsmailağa Cemaatine mi müntesipti? Mahmut Efendinin müridi mi?

İstanbul Sözleşmesi, hep dediğimiz gibi İstanbul Sözleşmesi değildir. Çünkü İstanbul’un temsil ettiği Müslümanların ve Türklerin kadim değerlerinden ilham almıyor. Amsterdam, Paris, Washington ruhu var. Nitekim feshedilince karşı çıkan ilk Washington ve Brüksel oldu. Kadınlarımızı varlığımıza, ailemize ve değerlerimize kışkırtan bu Washington ve Brüksel ruhu, bundan böyle bize nasıl yaşayacağımızı söyleyemeyecek. Kızlarımız, evlatlarımız, hanımlarımız ile nasıl ilişki kuracağımızı deklare edemeyecekler. Kendi ben idrakimiz olacak cinsiyet konusunda da.

#İstanbul Sözleşmesi
#Kur’an
#Hadis
#Türk toplumu
#Laikçi
#Batıcı
#Müslüman
3 yıl önce
Uygarların ve modernlerin cehaleti
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…