|
Hasan’ın anlattığıdır

En ucuzundan demlenmiş, karbonatın çok yorduğu zifir gibi çaydan bir yudum daha aldı. Artık geçmek üzere olan sobaya biraz daha sokuldu. Bu yamru yumru tahta masalarla bacakları yıllara zor dayanan sandalyelerden mürekkep cılız ışıklı kahvede, çaylarla birlik vakti de yudumlayarak oturan köylülerin yüzlerine tek tek baktı. Bütün dikkatlerin kendisinde olduğundan emin olduktan sonra söylemesi gereken son cümleye sıra geldiğini belli edecek şekilde girdi lafa: “Vakit erişti ağalar. Gece çöktü. Gayrı Leyla’nın Mecnun’u seneler sonra ilk kez gördüğünde ona ne dediğini, neydip nişlediğini de yarın deyiveririz. Yatsıdan sonra yine buluşuruz madem.”

O düşündüğünde köyde kimsenin düşünmesine gerek kalmayan Hıdır Emmi, tütün yorgunu kalın sesiyle ünledi öteden: “Sen de şo kasabadaki televizyondakiler gibi tutmaya başladın işini be Hasan. En heyecanlı yerinde kesiverdin hikayeyi. Hele de bakalım ne demiş Leyla Mecnun’a?”

“Diyemem Hıdır Emmi. Dersem hiç olabilemez. Dersem bu kahveci bana yatacak yer de göstermez, yiyecek ekmek de vermez sonra. Dersem yarın kime satacak çayı?”

Bu cevabı alacağını pek iyi bilen Hıdır Emmi, masadan usul usul kalkarken konuştu tekrar: “Eyi madem. Yarın yatsıya erersek, canımız bedenimizde olursa geliriz yine.”

Tüm köylüler gidince kahvenin yukarısındaki köy odasına çıktı Hasan. Yaşıtı sayılabilecek kahveci Adnan’ın verdiği yufkalarla çökeleği usul usul atıştırıp yer döşeğine bıraktı kendini.

Otuz yıl vardı ki köy köy, kahve kahve dolaşıp Kerem ile Aslı, Hazreti Yusuf, Süleyman ile Belkıs, Ferhat ile Şirin, Zaloğlu, Hazreti Ali cenkleri, İbrahim Ethem, Hamza Pehlivan, Tepegöz gibi hikayeleri anlatır dururdu Hasan. İlle de Leyla ile Mecnun elbette. Babasından öğrenmişti anlatmayı. Bir köy kahvesine girer, bazen bir hafta, bazen on gün hikayeyi anlatır, son gün köylünün verdiği bahşişleri alıp katırının başını sıradaki köye çevirirdi. Köy odasında yatardı. Yemeğiyle çayı da köyün kahvecisine ait olurdu.

Kış altı ayı böyle geçirir, bahar başlayanda kendi köyüne gider, Hacer’i ile birlikte 5-10 dönüm tarlayı çeker çevirirdi güze kadar.

Sevip saydığı, bahşişi hep bolca veren Hıdır Emminin söylediklerini düşündü Hasan uykuya dalmak yerine. “Şo kasabadaki televizyonlar gibi” demişti Hıdır Emmi. Bu televizyon denen meretin köylere girip de Hasan’ın işini elinden alması an meselesiydi. Kim ne yapsındı Leyla’yı, kim dinlesindi Mecnun’u. Televizyonun düğmesini kıvırıp da açtın mı ne Aslı kalırdı ne Kerem? Kendi gözüyle gördüydü. Ceyar’la Süelin çıktı mıydı kasabada sokaklar dımdızlak kalmış, herkes televizyon izlemeye koşmuştu.

“Aman be Hasan, dert ettiğin şeye bak. Sen de anlatmazsın gayrı, olur biter” diye düşündü bir anlığına. Ardından ürperdi bu düşünceden.

Anlatmasa olur muydu sahi? Anlatmaktan vazgeçse? “I-ıh, olmaz” dedi kendi kendine.

Anlatmaktan başkasını bilmiyordu Hasan. Babası onu 7-8 yaşında yanına alıp köy köy gezdirmeye başlamıştı. Hasan, tünediği sandalyelerde babasının anlattıklarını dinleyerek büyümüştü.

Daha 15’inde babayı toprağa verince de “beyaz” diye ünlediği katırına atlayıp düşmüştü yollara. Anlatmak onun akıl erdirebildiği tek şeydi neredeyse.

İyi de anlatırdı üstelik. Yavaş yavaş dinleyen herkesi avcunun içine alır, tempoyu hiç düşürmeden, heyecanı hiç yitirmeden anlatırdı. Yerine göre sesini kalınlaştırıp inceltir, yerine göre uzun uzun susar, yerine göre elini dizine vurarak pekiştirirdi anlatacağı meseleyi.

Gözlerini sıkı sıkıya kapattı. Kasabada, sağlıkçı İhsan’ın evinde gördüğü Ceyar’ın suratı geldi gözlerinin önüne. Canı sıkıldı. Yün yorganı üzerinden sıyırıp yatağa oturdu. “Hele pis cenabete bak hele. Camekana çıkmış karılar gibi işimi elimden almaya mı durdun?” diye söylendi.

Ayaklandı. Köy odasının kirli camının iyice soluklaştırdığı yıldızların ışıklarına baktı. “Leyla’yı görmez, Yusuf’la hapse girmez, Hamza’yla meydana çıkmaz adamlar ta 60 günlük konaktan geldiler de anlatmamı elimden alacaklar. Demirin tucuna, insanın picine kaldın oğlum Hasan. Yandın sen, yandın ki Ermenek çamının çırası da öyle yanmaz” diye fısıldadı göğe doğru.

Sabah köy odasına elinde sıcak bazlamalarla giren kahveci Adnan, yatağın içinde öylece oturur buldu Hasan’ı.

“Ne yaptın gardaşlık” dedi Hasan’a. Hasan, cevap verdi:

“Ne yapayım gardaşlığım. Leyla’nın öleceğini bildim de

ona ağladım azıcık.”

Adnan gülümseyip sordu: “Nerden bildin Leyla’nın öleceğini a koca deli?”

Hasan usulca fısıldadı: “Düşündüm taşındım bu Ceyar

bu Leyla’yı öldürmeden rahat edemez gardaşlık. Leyla ölecek ki Ceyar yaşaya, he mi?”

Sahi ne demiş Leyla, Mecnun’u görünce?

Bilinen meseldir. Leyla’yı kesinkes kaybettikten sonra başına bir küllah, eline bir keşkül alıp ‘belki Leyla’yı görürüm” umuduyla oba oba, aşiret aşiret dolaşıp dilenmeye başlamış Mecnun. Yıllardan bir yıl, aylardan bir ay, günlerden bir gün, vakitlerden bir vakit de Leyla’yı görmüş. Hatta tanımamış Leyla’yı. Nicesonra Leyla, tanışlık verip “benim” demiş, “Leyla’yım ben.” Bakmış, bakmış ve sevdiğine, aşkından öldüğüne şöyle demiş Mecnun: “Tanıyamadım seni. Şundan tanıyamadım ki sen Leyla isen benim içimdeki kim? Benim içimdeki Leyla ise sen kimsin?”

Fakat sorumuz bu değil. Sorumuz, Leyla’nın seneler sonra karşısında gördüğü Mecnun’a ne dediği.

Şol rivayet odur ki Mecnun’dan daha Mecnun olup aşktan içrek bir kuyuda senelerini geçiren Leyla, karşısında Mecnun’u görünce sadece susmuş. “Niye böyle yapmış?” diye sual edecek olursanız derim ki, yanıltmak istemiş Leyla’nın Leyla’lığını Mecnun’a nispet ederek izah

etmek isteyenleri.

Belki de susmamıştır. Sadece derin, içten bir “ah” çekmiştir de ahı yeri göğü inletmiştir. Hatta belki Mecnun’a bakıp şöyle demiştir: “Deme Mecnun’a deli, belke de leyla delidir.”

Köy kahveleri yerinde duruyor mu?

Bizim köyün kahvesinde topluca ve dikkatle dinlenen ajans ve yurttan sesler, çocukluğumun erken anılarını süsleyen bir imge olarak bende, yerinde duruyor. Fakat içinde “oyun oynanmayan köy kahvesi” sanırım artık tarihe karışmış durumda.

Aslında “içinde oyun oynanmayan” demeyeyim. Benim çocukluğumdan bildiğim bütün köy kahvelerinde koca emmiler yatsı sonrası çaylarını içip evlerine çekilirler, kahvenin bir köşesinde saklanan okey, pişpirik kağıdı gibi oyun nesneleri öyle çıkardı ortaya.

Bütünüyle “sohbet etmeye” dayanan bir kültür oluşturuyordu bence köy kahveleri.

Sözün hükümdarlığı vardı.

Şimdi tabii köy de yok, kahve de yok, sözün hükümranlığı da yok. Görsel olan, simülatif olan yavaş yavaş da olsa sözü yerinden ediyor.

O halde son karbonatlı çaylar benden.

#Leyla
#Mecnun
#Hasan
2 yıl önce
Hasan’ın anlattığıdır
AK Parti’den kurtulmak için AK Parti’ye oy verin!...
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından