|
Herkes

İnsan sadece kendinden kaçar.

Bunu söylerken sesimin orantısız bir vurgu ya da bir ısrar taşımamasına o kadar özen gösterdim ki dümdüz, kupkuru bir cümle olarak döküldü ağzımdan. İstanbul’dan dünyaya doğru hareket eden bir arabanın arka koltuğunda, kendisini olmadık şeylere ikna etmek için uğraşıp duran birine söylenebilecek bir cümle gibi geldi bana bu.

Üstelik haklıydım da… Yani şairler haklıysa ben de haklıydım. Hani “hangi şehre gidersen git kendini de götüreceksin” gibi şeyler yazan karamsar şairler.

Gözünün yanındaki ufak yara izinin nereden kaldığını düşündüm bir süre. O ufacık yara büyüyor, büyüdükçe çocukluğunu içinden çıkılamaz bir ormana döndürüyor ve sonunda kayboluyorsun.

Elimde bir istatistik yok fakat eminim. İnsan, çocukluğunun içinden çıkamadıkça kendini bir cendereye sıkışmış, bir hücreye tıkılmış saymaya başlıyor. Her defasında kendinden kaçmaya çabalaması ve her defasında kendinden kaçmak için zırvalaması tam da bu yüzden.

“Kapıyı vurup çıktım. Otogara gidip ilk otobüsü sordum. Binerken hiç tereddüt etmedim. Varacağım her yer, arkamda bıraktıklarımdan daha iyi olacaktı.”

Böylece anlatmıştı. “İnsan arkasında bir şey bırakabilir mi sence?” diye sormamıştım. Çünkü cevabını zaten bildiğim soruları sormak gibi züppeliklerim olmamıştı hiç.

“İmkânsız başlangıçların kekremsi umudu” diye bir şey geçti aklımdan yine de. Bütün başlangıçların bir bakıma imkânsız olduğunu düşünmüyordum elbette. Ama bir otogardan ilk otobüse binilerek çıkılan bir yolculuk neresinden bakarsan bak, imkânsızdı.

Şimdi ben tam burada, “dön” demeliyim. Dön ve kendinle vermek zorunda olduğun kavgaya giriş. Kendine attığın yumrukların seni iyileştirmesini, sağaltmasını bekle. Çünkü galip mi mağlup mu olacağını hiç hesaba katmadan vermen gereken tek kavga kendinle olandır. Ve dünyadaki hiçbir otobüs seni bu kavgadan uzağa götüremez.

“Şimdi böyle çok daha iyiyim” olabilirdi bu cümleye vereceği karşılık. Olabilirdi, çünkü bulunduğu yerden gitmekle kendinden gitmeyi aynılaştırır insan zihninde. Kendisini aradığı için sürekli meşgul çalan paradoksal bir telefona çevirebilir insan. Tüm birikmiş tozları halının altına süpürdüğünde yok olanın halı değil de toz olduğunu zanneden bir çarpılmış bakış.

Ya da şunu diyebilir: “Ama ben inandım, yani yapmak istediğim şeyin yarısını başardım. Çünkü inanmak başarmanın yarısıdır derler.”

İnanıyorsun ve her şey düzeliyor. İnanıyorsun ve her şeyin en az yarısını başarıyorsun. Büyü gibi bir şey demek ki şu inanmak. Yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını hissettiğin ve böylece sanki olduğundan daha mutlu, daha huzurlu, daha zengin, daha başarılı olacağını düşündüğün inanma biçiminden söz ediyorum elbette. İnanmanın böylesine hazırlıklı değilim çünkü tanımıyorum onu. Ben çalışmaya, didinmeye, emek vermeye inanan kuşağın son ve aptal bir inananıyım sadece.

İnsanın asıl duygusunun, hatta asıl amacının mutlu olmak olduğuna inananların safında olmadım hiç. İnsan yalnız ve dikine mutsuzdur. Arada bir mutlu hissettiğinde ise birazcık beklemesi gerekir sadece o mutluluğun geçmesi için.

“Yanılıyorsun” dedi bana. Ben “insan sadece kendinden kaçar” diyeli beri hiçbir şey konuşmamıştık. “Yanılıyorsun çünkü insan sadece kendinden kaçamaz” dedi.

“Eh, bu da bir bakış açısı” dedim arabanın camını açan düğmeye basarak. Rüzgâr, beklenmedik bir sertlikte çarptı suratıma. Evet. Rüzgâr.

#İnsan
#Rüzgar
#Şair
٪d سنوات قبل
Herkes
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?