|
Pazarcık...

Sadece iki günlük iznim vardı. Her şeyi bu iki güne sığdırmak zorundaydım. Dünyayı kafamın arkasında bırakmam mümkündü. Sokaklarda, caddelerde, binalarda, işyerlerinde dev bir ahtapot gibi devinmekte olan “dünya işlerini” arkamda bırakmam mümkündü. Uğultu, görüntü, karıncalanma, motor böğürtüsü, asfalt kokusu, su kesintisi, tartışma, uzlaşma, velhasıl genel “Ses ve Öfke” dünyasını atlatmam mümkündü…

***

170 kişilik Airbus''ımızın tekerlekleri geceleyin Trabzon toprağına sürtünüyor. Sarsılarak duruyoruz. Kollarımı daha uçağın merdivenlerinde bir makas gibi açarak, olabildiğince fazla yeşillik kokusunu, ot küfü kokusunu, deniz tuzu kokusunu, bulut nefesi kokusunu, ateş böceği ışığı kokusunu, gece ıssızlığı kokusunu içime çekiyorum…

***

Erenler kasabasının delikanlı muhtarı Yusuf Alemdar''dan şahsım için gasp edilmiş arazi tipi İsuzu''yu, yeşilliklerle örtülmüş 20 km.''lik bir koridorda uçuruyorum. Gece nefis bir perde gibi açılıyor önümde. Hipnotik bir tekdüzelikle yol alıyoruz… Evdeyim. Hoş geldin beş gittin faslı kısa sürüyor. Yorgunluk beni bir yaraya çevirmiş. Pestil gibi yuvarlanıyorum yatağa. Gün gözkapaklarımla birlikte kapanıyor…

***

Ertesi gün, kardeşim Yahya''yı ve çocukluğundan beri dağlar konusunda bilgiler devşirip bilgeleşmiş amcamı da yanıma alarak yola çıkıyorum. İsuzu''muz yer yer sızlanarak, zaman zaman böğürüp öfkelenerek yol alıyor. Doğu Karadeniz''in sipsivri dağlarını aşağılarda, kanyonun tabanında yol alarak güneye doğru aşıyoruz. Günün ilk ışıkları… Biz aşağılarda karanlıklar içindeyiz hala ama yukarılarda, bıçak uçları gibi yükselmiş tepelerde güneşin taptaze balı dağların doruklarına sarılmış. Bu kadar el değmemiş bir güzelliğin benden, İstanbul''dan bu kadar uzaklarda olmasına kahrediyorum. Her dakikamı uzata uzata yaşamaya çalışıyorum. Çocukluğundan beri bu dağlarda olan sevgili amcamın yakasına yapışıyorum. Çocuk gibi soru üstüne sorular soruyorum. Neler anlatıyor bana neler… Gençliğinde çantasını taşımaları karşılığında kızlara kaval çaldığı yerleri hatırlıyor. Yaylaya yürüyerek giderken konakladıkları yerleri gösteriyor. Mağaraları, gizli geçitleri, kısa yolları…

***

Ve PAZARCIK…

Benim gizli ülkem. Gizli, mutlu masal imparatorluğum…

Vadinin dibinde uyuyan, birkaç dükkânlık bir dinlenme yeri. Rahmetli babaannemden buranın adını hep “Dere Çatmaları” olarak duyardım. O da bütün Doğu Karadenizli yaşlılar gibi bir yarı-Kızılderili''ydi. Yer isimleri, ay isimleri filan hep farklıydı onun özel, eski lisanında. Çoğu Rumlar''dan kalma yer isimlerini ondan ninni gibi dinlediğimi hatırlıyorum.

Pazarcık, benim ikinci hac yerim gibi. Her yıl oraya ulaşmadan yazı bitiremem. Yazın son nefesini hep orada vermeye çalışırım ben. Sevgili Hasan ağabeyimiz, Hasan Dinç, güleç yüzüyle, iki kolunu açmış ve kucaklamaya hazır haliyle hep oradadır. Rüzgârların güneyden, Bayburt yaylalarından getirdiği çiçek kokularıyla; aşağılardan gelen, kayalık dağların derin vadilerinden yükselen karaçam kokularının birleştiği bu asude küçük obada, bu küçük masal ülkesinde bir kraldır o…

Dinleniyoruz. Sonsuz hüznü ve dinginliğiyle hipnoz olmuş derenin akıntısına kaptırıyorum kendimi... Çayımı elimde unutmuşum.

***

Amcam diz çöktüğü ceketinin üstünde ellerini yüzüne sürüyor. Dudakları -kim bilir hangi duanın ayrıntılarıyla- hâlâ kımıldanıyor. Derenin sesinden işitemeyeceğimi biliyor. Onun için eliyle işaret yapıyor. “Arabaya!”

Amcam bir an önce, yani akşam karanlığına kalmadan yüksek ve tehlikeli “Henege” geçidini aşmamız gerektiğini söylüyor. Yani anlayacağınız, acelemiz var. Yola girmek zamanı.

Gelecek yıl, inşallah yaza çıkarsak gerisini anlatırım…

18 yıl önce
Pazarcık...
Köprü şahsiyet
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir