|
Kültürel metastaz

Boğaziçi Üniversitesi meselesi büyüyor. Bir üniversite meselesi olmaktan çoktan çıktı. Kültürel-siyâsal bir tartışmaya evrildi. Bir tarafıyla iktidâr-muhalefet çekişmesine, diğer taraftan da başta LGBT haklarının önplânda olduğu, dinsel sembollerin rencide edildiği, yaşam tarzlarının kafa kafaya geldiği bir arenaya sürüklendi. Nasıl neticelenir bilmiyorum, ama aslında yadırganacak bir durum yok ortada. Asr-ı ahkâm böyle buyuruyor.

Târihin şâhitlik ettiği en mühim dönüşümlerden birisi modern çağlarda “ekonominin kamusallaşmasıydı”. Binlerce sene devâm eden, târihçi Braudel’in “uzun zamanlar” olarak kavramlaştırdığı evrelerde ekonomi “hane-içi” bir işti. Aristo Oikonomia kitâbında, ekonomiyi “ev geçimi” olarak telâkki ediyordu. Kapitalizm ise ekonomiyi “idion”dan, yâni “özel alan”dan çıkardı ve “koinon”a , yâni kamusal alana dâhil etti. Vaz edilen, üretim toplumuydu. Lâkin bunun arzu edildiği gibi çalışması için “kültürel örüntüler” sıkı bir şekilde “idon” da, yâni özel alanlarda tutulmalıydı. Üretici kapitalist akıl, kültürü , üretim süreçlerini bozacak olan bir potansiyel tehlike olarak görmekteydi. Kültür disipline edilmeliydi. Püritan ahlâk, özellikle Victoria ve Edward devirlerinin İngiltere’sinde görüldüğü üzere evde sıkı bir disipline tâbi tutuldu. Kamusal plânda ise kaba saba ,organik yorumların konusu edildi.

İkinci büyük dönüşüm ise 21.Asır’da kültürün “idion”dan çıkartılıp “koinon” a dâhil edilmesi oldu. Yâni kültürel örüntüler kendilerini kuşatan disiplinlerden “özgürleştirildi” ve kamusal hayâta dâhil edildi. Bunun sebebi, kapitalist ekonominin tâlep dünyâsını beslemekle alâkalıydı. Kapitalizm kültürel alış verişlerde büyük bir gelir potansiyeli görüyordu. Bu sûretle mâhut arz-talep çelişkisini giderecek, üretimdeki verimlilik kaybını da hizmetler sektöründeki yeni girişim imkânlarıyla ortadan kaldıracaktı. Değirmenin suyu ise karşılıksız basılan paralardan ve kolay borçlandırmalardan gelecekti. Aslında tüketim toplumu olarak nitelendirdiğimiz örüntü, kültürün kamusallaştırılmasının işlevinden başka bir şey değildir. Mesele şuradaydı: Kültürlerin açığa çıkış süreçleri , onları taşıyan kitlelerin, mobilizasyon olarak nesnelleştirilen kapitalizme özgü coğrafî yer değiştirmelerin, yâni “muhit kayıplrının” ürünü olmalarıydı. Eski zamanlarda kültürel örüntüler, uzun zamanların içinde tabiat, iklim, geleneksel üretim ve mübâdele tarzları vb maddî şartların belirlediği şekillenmelerle hayât bulur ve kendi çevrimlerine kavuşurdu. Bugünle mukayese ettiğimizde rastlaşmaların, alış verişlerin sınırlı olduğu tenhâ bir dünyâ idi eski zamanların dünyâsı. Kültürler bu sebeple kendi muhitlerinde barınırdı. Eski dünyânın kültürel zenginliğinden anlamamız gerekenin, ender ve uzun zamana dayalı rastlaşma ve alış verişlerin ürünü olarak; Radcliffe-Brown’ın “kültürel sızıntılar” olarak kavramlaştırdığı olgunun içinde yatan “birikim”, “hazım” ve “damıtım” süreçleri olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi, antik dünyâlardaki kültürel örüntülerin ne kadar “kendisinde”, yâni kendi hâlinde olduğunu gösterir.

Modern dünya ise, nüfusların nicel olarak arttığı, artmakla kalmayıp temerküz ettiği bir dünyâdır. Temerküzün iki şekilde netice verdiğini biliyoruz. Bunlardan ilki “köksüzlük”; diğeri ise “yabancılaşmadır”. Modern dünyâ herkesi köksüzleştirir. Kültürler de köklerini, geleneklerini, sâhiciliklerini kaybederler. Üretim toplumları bu köksüzleşmeyi, üretim disiplininin telâşı içinde görece unutturdu. Kültürün kamusallaşması ise bu kayıpları ağır bir şekilde hatırlattı. Zâten kültürlerin tüketime eklemlenmesini kolaylaştıran sebep de buydu. İçeriği boşaltılan, derinlikleri kaybolan , tutunumsuzlaşan kültürleri, meselâ sembolist basitlemelere taşımak ve bu sûretle de metâlaştırmak zor değildi. Ama bu yetmezdi. Tutunumsuzluk meselesini kültürlerin kendisi, taşıyıcıları bizzat nasıl aşacaktı? Burada da iki tipik istikâmet olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki “köksüzlük” meselesini “kültürel skolastisizmle “ aşmak gayretkeşliği; diğeri ise kültürel meseleleri siyâsallaştırmak basitçiliği. İlki “Homo Culturalis”i durağanlığa, diğeri ise ateşe taşıyor. Bugün skolastiği yapılmayan bir kültürel durum neredeyse yok. Diğer taraftan kültürelleşmeyen siyâset, siyâsallaşmayan kültürel mesele bulmak neredeyse imkânsız. Ben buna “kültürel metastaz” demeyi uygun buluyorum. İster skolastik ister kültürpolitik üzerinden yaklaşalım, “Homo Culturalis”i kuşatan şey kültürün “kendinde” olmaktan çıkışı ,”kendisi için” olmasıdır.

Siyâsete biraz daha yakından bakalım. Kültürel dünyâların yeni tutunum alanları siyâseten sağlanmaya başladığına değindim. Kültürlerin kamusallaştırılması onları “savunma” ve “saldırı” refleksleri üzerinden yeniden örgütledi. Bu aslında mevzi kazanmaktan başka bir şey değil. Kültürel pozisyon almalar kültürel durumları ve pratikleri başat düzeyde belirliyor. Buna kültür savaşları deniyor. Bu savaşlar bana kalırsa tamâmen bir keşmekeş ve çözümsüz. Bana kalırsa çatışan taraflar örtük bir anlaşma içinde. Çatışarak ve mevzi kazanarak varolmanın dışında hiçbir varoluşsal (ontik) gerçeklikleri yok çünkü. Çatışmaların bittiği yerde hiçbirinin ayakta kalamayacağı âşikâr.

Nedense aklıma büyük şâir Attilâ İlhan’ın ney için yazdığı o nefis dize geldi:”Ezelî dalgınlığımızın ıslığıdır ney”…Evet , gâliba kültüre yaraşan en yatıştırıcı duygudur dalgınlık. Dalgınlık yaraşır ona…

#Kültürel metastaz
3 yıl önce
Kültürel metastaz
Avrupa’nın maskesi düştü: Şimdi toparlanma vakti...
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim