1980’lerde, kültürel dünyâda çok ilginç şeyler yaşandı. Askerî darbenin ağır sillesini yemiş olan Türkiye solu, benim
dediğim bir vasat oluşturmaya başladılar. Bir tür
kendinden, kendi geçmişinden kaçış; bir nev’i arınmaydı
bu. Zemin de hazırdı. Turgut Özal bir turizm hamlesi başlatmıştı. Çok sayıda eski solcunun bu sürece dâhil olup turizm rehberliği ile iştigâl etmeleri düşündürücüdür. Deniz ve yayla turizmi üzerinden tabiata yakınlaşmalar, rustik -bijüterik minimalist zevkler, arkeoloji ve mimârîden başlayarak gastronomiye uzanan geniş bir yelpâzede alt kültürel târihlere duyulan alâkalar, üzerindeki ideolojik nebulanın kalktığı veyâ romantizmle yumuşatıldığı sanatlara yakınlaşmalar, ilh.. Bunun
en elverişli coğrafî zemini, başkenti Bodrum olmak üzere Ege’ydi.
Çağrışımlar da bir hayli kuvvetliydi. Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’nda, “üzümü, inciri ve balıyla” Ege’yi anlatıyordu. Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Orhan Burian, Sabahaddin Eyüboğlu gibiler, tarih-tabiat ve “medeniyetin zarar vermediği” saf insanların harika bileşimi olan Bodrum’u onlara miras bırakmışlardı. (Buna daha sonra Can Yücel’in Datça’sı, Assos, Ayvalık, İda (Kaz) Dağları eklenecekti). O
rta Anadolu’nun kaba saba, Karadeniz’in hırçın Türklerinden farklıydı Ege’nin insanları.
Onları en güzel,
güneşin altındaki rehâvet ve gevşeklik(siesta), gece serinliğinde ise çılgın eğlenceler (fiesta)
anlatabilirdi. Bu iklimde yeni bir
Kültürel Cumhûriyet kurmak ve onu mümkünse AB’ye eklemlemek
mümkündü. (Belki de İkinci Cumhûriyet buydu). MFÖ’nün “Bodrum, Bodrum” parçası bu gizli cumhûriyetin millî marşıydı. Bu damar daha sonra, Orta Anadolu’dan ve Karadeniz’den yükselen “AKEPE”ye karşı kendi cumhûriyetlerinin müdafaasına geçti.