|

Alice Munro: Ailenin hâlleri

Nobel ödüllü yazar Alice Munro, sıradan insanların hayatına yeni bir bakış açısı getiriyor. Türkiye’de son yayınlanan Açık Sırlar kitabında merkezde kadınların olduğu öyküleri okuyoruz.

Yeni Şafak
15:35 - 9/08/2017 Çarşamba
Güncelleme: 15:37 - 9/08/2017 Çarşamba
Yeni Şafak
Alice Munro
Alice Munro

- Necip Tosun

Kanadalı kısa öykü yazarı Alice Munro (1931) Türkçede yeni yayınlanan Açık Sırlar kitabında kendi öykü evrenini derinleştirmeyi sürdürüyor. Taşrada kadınlık hâlleri, evlilikler, kadınların hayatı sürdürme biçimleri, yalnızlıkları öykülerin konusu. Öykülerin merkezinde hep kadınlar var: Sırtında odun taşıyan kadınlar, evlilik bekleyen kadınlar, aldatılan genç kızlar, aşk peşindeki kadınlar… Tümüyle kadın erkek ilişkilerine odaklanıp, kadınların penceresinden bu ilişki hikâye edilirken, kadınların dünyası incelikle işlenir. Yazar/anlatıcının kadın olması bu duyguların daha da berraklaşmasını, ayrıntıların ortaya çıkmasını sağlar.


SADELİKTEKİ DERİNLİK

Munro’nun belki de en dikkat çekici yanı öykü türüne gösterdiği özen, ısrar ve devamlılıktır. On beş öykü kitabına imza atan Munro, sadece öykü yazılarak da dünya çapında bir yazar olunabileceğini ispatlamıştır. Bu nedenle onun öykücü kimliğiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması anlamlıdır. 2013 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Munro, ödülün açıklandığı basın toplantısında İsveç Akademisi yetkilisi tarafından “çağdaş kısa öykünün ustası” olarak nitelendi ve “duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı” kendisine bu ödülün verildiği söylendi. Buradaki “duruluk” vurgusu önemliydi ve gerçekten de bu kelime onun öykü anlayışının tam olarak yansıtır. Çünkü Munro daha çok Amerikan yazarlarına benzer; sade, serinkanlı, derin bir anlatımı benimser. Dışarıda sıradan, olağan bir hayatın akışı sürüp giderken, içte büyük dramlar, trajediler yaşanır. Tezahüratsız, içten akan bu anlatımla sadelikte derinlik yakalanır.

Öykülerde insan ilişkilerine yoğunlaşılırken, anlatıcı müdahil, yorumcu ve yönlendirici değil daha çok aktarıcı konumdadır. Neredeyse tasvire hiç başvurmadan, durumlar ve olaylar sıralanır. İnsanlar bir araya gelir daha sonra bir şekilde yolları ayrılır. Bunun nedeni üzerinde durulmaz. Bolca diyalog ve hareketle hayat okura izlettirilir. Anlatıcının yorumlarından, olayların düzenlenişinden değil, kahramanların konuşmalarından mesajlar, durumlar, aydınlanma anları aktarılır. Çoğunlukla öykülerin arkasında büyük hikâye yoktur. Kahramanlar tanıdık, bildik, pek çok ülkede rahatlıkla görülebilecek kişilerdir. Olaylar, durumlar da tanıdıktır. Bu da belki çarpıcılığı sağlamasa bile sahihliği gerçekleştirir. Yazar öykülerde gizlenmiştir, yorum ve açıklama yapmaz sadece sahnelemektedir. Açıklama yapmak istediğinde ise elindeki imkân mektuplardır. Kahramanlar mektuplarında hayata, eşyaya, yaşananlara ilişkin felsefi, edebî cümlelerle yorumlar getirirler.

Munro ağırlıklı olarak “aile öyküleri” anlatır. Sıradan, yoksul, taşralı aileleri… Aile, içeride yaşanan çeşitli sorunları konuşur, komşularla ilişki içerisine girer. Öyküler büyük oranda diyaloglarla ilerler. Bu arada aile sorunlarına tanıklık eder, bir yandan da aileyi tehdit eden bir dış sorunla tanışırız. Aile hem kendi iç sorunuyla hem de bu dış sorunla baş etmeye çalışır. Anlatım sürecinde olup bitenler daha çok diyaloglarda gizlenir ve kahramanların konuşmalarıyla ortaya çıkar. Anlatıcı, serinkanlı dışarıdan bir gözle olup biteni sadece aktarır. Bazen düz, girintisiz çıkıntısız bir olay örgüsü ile öykü kurgulanırken bazen bu kendi hâlinde giden anlatım çarpıcı olaylarla (cinayet, yangın, terk etme) sert, inişli çıkışlı bir olaya dönüşür. Tek bir kahramana odaklaşmadan çok, öyküye çok fazla kahraman girer ve bu nedenle bazı öyküler birden fazla çok okunmayı gerekli kılar. Bu önemli olaylar da küçük cümlelerle, simgesel göndermelerle aktarılınca bazen anlatım boşluğa düşer. O son cümleler uzun anlatıların ağırlığını kaldıramaz, taşıyamaz. Onun öykülerinin en büyük zaafı elli sayfalık öyküler olmalarına rağmen, bunu kaldıracak bir konuya sahip olmamaları ve okuru kopmadan okutacak devamlılık ve merak unsurlarına yaslanmamaları olarak sayılabilir.

Munro öykülerinde kadın ve kadınlık imgesini, onun toplum içinde var olma mücadelesini ve kendini gerçekleştirme çabalarını öykülerinin merkezine alır. Özellikle aykırı yaşamları, dağılan aileyi ve parçalanmaları gündeme getirir. Öyküler daha çok geçmişin derin izlerinin bugünü belirleyen olaylarına yaslanır. Hayat bu olayla yeni bir anlama kavuşur ve bütün bir geleceği etkiler. Öykülerdeki kahramanlar hayatın en ucuna gelmiş insanlardır: Delirmiş, kanser olmuş, cinayet işlemiş, kaza geçirmiş ölümden dönmüş, insan içini çıkamayacak kadar lekeli doğmuş, yatağa mahkûm olmuş kişiler. Dolayısıyla hayattan hiçbir beklentileri kalmamış şimdi sadece geçmişle hesaplaşmakta, ödeşmektedirler. Kahramanlar hayatın en acımasız anında, kurtuluş yolu olarak insanlara yardım etmeyi keşfederler. Acılar, arayışlar, savrulmalar ancak böyle diner. Bu anlamda kahramanlar yaşadıkları hayata başkaldırırlar. Kimi cinayet işler başka boyuta geçtiğini düşünür, kimi hippilere katılıp ormana, doğal yaşama sığınır, kimi de mevcut hayatın bütün değerlerinden (utanç, kibir, meslek) uzaklaşıp hayır işlerine kendini verir. Dolayısıyla kendilerine dayatılan hali hazır yaşam biçimlerini, toplumsal dayatmaları, yerleşik anlayışları reddederler. Yaşanmış bir geçmiş tüm geleceklerini belirler. Yaşamlarının bir yerinde kahramanlar hayatın dışına düşerler. Bir kaza geçirip sakat kalırlar, insanlardan saklanacak kadar yüzleri lekelerle doğarlar. Bu izlerle hayata yaşar, insanların vicdansız ve merhametsiz bakışları altında hayata tutunabilmek için kendilerine bir yol, yöntem ararlar.

Onun öykülerinde incinmenin insanda nasıl derin ve giderilemez yaralar açıp, hastalıklı, patolojik hâllere neden olduğu, onu bir insanı öldürmeye kadar götürebileceği örneklenir. Bu anlamda öykülerinde suç kavramını tartışılır. Temel soru şudur: Birini öldürene katil, cani denebilir mi? Öykülerde ancak önüne geleni öldürene cani denilebileceği öne çıkarılır. Sıkı örgü, dilsel gerilim onun öykülerinde yoktur. O sıradan bir günü yavaş yavaş olanca sadeliği ve gerçekliği içinde aktırır. Konuşmalar doğal, olaylar doğal, yaşantı doğaldır. Gerilim ve çatışma kurgu içinde kendiliğinden gelişir. Okur öyle hazırlanır ki her şey olması gerektiği gibi olur. Karakterleri ise genel olarak kadınlardan seçer ve onların dünyalarını aktarır. Eve bağlı, eşe, çocuklara bağlı kadınlar ve dışarıya, özgürlüğe ilişkin tutkular arayışlar… Keskin, derin çatışmalarla değil, küçük anekdotlar ve kaçamaklarla hikâye anlatılır. Aile bağlarına bağlı kalmak bir yandan da bireysel tercihlerin gerilimi öykülerde yer bulur. Her ne kadar hayat olarak yaşanan günler belli bir sıradanlıkla gitse de yabancılaşma içselleşmiş bir duygu olarak olaylara, durumlara serpiştirilir.

Kadınlar onun öykülerinde hep merkezdedir. Kanada taşrasında var olma savaşındaki her yaştan ve anlayıştan kadın onun öykülerinin ana karakterlerinden biridir. Bunlar “gitmek”, “değişmek” ve “ölüm” olgularıyla karşı karşıya getirilir ve bu durumlar karşısında bireyin diğer insanların aldıkları tavırlar hikâye edilir. Özellikle suçluluk duygusu onun kadın duyarlı öykülerinin en sık işlenen temalarından biridir. Kadın odak olmakla birlikte Munro’nun asıl anlatmak istediği aile içi insani ilişkilerdir. Ailenin kuruluşundan bugüne aldığı mesafe, yaşananlar geçmiş ve bugün iç içe geçirilerek anlatılır. Geçmişin belirleyiciliği, bugüne taşması ve giderek bugünü belirlemesi aile üyeleri üzerinden örneklenir. Kasabalarda, şehrin varoşlarında, çiftliklerde kurulan aile ve aile bireylerinin birbirleriyle, toplumla ilişkisi ama ağırlıklı olarak geçmişle yüzleşmeleri öyküleştirilir. Aile ilişkileri farklı açılardan, farklı perspektiflerden ele alınarak psikolojik bir derinlikle gözler önüne serilir. Gençlik-yaşlılık, gitmek-kalmak düzleminde insan ilişkilerindeki pek çok karanlık noktaya ışık tutulur. Özellikle aile cinayetleri, aile içi suçlar, ailedeki hasta, yatağa mahkûm bireyler Munro’nun ilgilendiği dramlar olur. Onun en başarılı olduğu konular aile içi suçlar ve aile içinde ölümcül bir hastalığa yakalanmış bireyler karşısında ailenin aldığı tavır konuları olur. Özellikle bu konuları anlatırken öykücülüğünün en üst başarısına ulaşır.

ÖYKÜYÜ SANAT YAPIYOR

Özellikle kendi ülkesindeki eleştirmenler tarafında “bizim Çehov’umuz” yakıştırması yapılan Munro’nun Çehov ile benzerliği epey zorlamadır. Belki sadelik, yalınlıkta bir nebze Çehov’a yaklaşırsa da özellik uzun yazmaya tutkusu onu Çehov’dan uzaklaştırır. Çünkü Çehov kısa yazmanın erdemine inanan bir yazardı ve söz iktisadından yanaydı. Oysa Munro uzunluk konusunda çok cömerttir. Onun öykülerini Katherine Mansfield ile Flannery O’Connor arasında bir yere yerleştirmek mümkündür. Ama Mansfield’in yoğun anlatımı, betimlemeler ve çağrışıma yaslı kurgusu onun öykülerinde olmamakla birlikte, seçtiği karakterler, olaylar, durumlar, benzerdir. Karakter odaklı öykü yazması, bu kişilikleri toplumsal bir bağlam içine oturması ve uzun anlatması ise onu Flannery O’Connor’a yaklaştırır. Munro da, Flannery O’Connor gibi karakterler üzerine yoğunlaşır, onların hayata, eşyaya bakışlarını ortaya çıkaracak, aydınlatacak pek çok diyaloga yer verir. Kişilerin içinde yaşadıkları aile düzeni, sosyal ve toplumsal düzen açıklıkla ortaya konur. Ama ondan farklı olarak rahatsız edici soğukkanlılık, boğucu hâle gelen sıradan anlatım, sarsıcı finallere dönüşmez, finaller aynı sıradanlık ve serinkanlılıkla biter.

Taşra hayatı, sıradan insanların dramları, yaşlılık, suç ve suçluluk duygusu Munro ile yeni bakış açısına kavuşmuştur. Çoğunlukla olağanüstü olaylardan çok sıradan olaylar ve durumlar ile bize şaşırtıcı bir evrenle karşı karşıya getirir. Yüzleşme temasıyla kişilik tahlilleri kusursuz bir şekilde çizilir. Bütün bunlardan dolaya Alice Munro öyküyü sanat yapanlardan biridir.

#kitap
#alice
#munro
7 yıl önce